Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Dennis Bergkamp: Benim Hikayem - Liderler


"Göz göze geldiğimiz anda ne yapmak istediğimi bildiğini anlardım" der Henry onun için. Sonrasını biliyorsunuz zaten, Henry'ye, birkaç kişiden sakladığı topu çok alakasız ve kütük gibi gözüken vücudundan hiç beklenmeyecek bir şekilde defansın arasından bırakır, Henry de onu uzağa plaselerdi. Basitliğin zarafeti ya da zekanın sahadaki tezahürü gibi biraz dizi tanıtımına kaçan büyük tamlamalarla açıklanabilir onun oyunu.

Top bir an önce Bergkamp'a gelsin diyerek izlerdim Arsenal maçlarını. Aslında şimdi birçok çocuk da “Messi'ye atın, Neymar'a verin” diye izliyor. Onlar alsın, çalım atsın, basıp geçsin... Yalnız bir fark var, ben topun Bergkamp'a gelmesini, Bergkamp'ın vereceği inanılmaz pası ya da yapacağı inanılmaz top saklama hareketini görmek için isterdim. Sansasyonel çalımları veya inanılmaz top sürme yeteneği yoktu. Ama top bir an önce ona gelmeliydi, çünkü futbola ait, göz hoş gelmeyen, dikkat çekmeyen ne varsa onu sansasyonel hale getiriyordu.


Hiçbir zaman Hollanda sempatim olmamıştır ama, Arjantin'e attığı golden sonra evin yemek masasında bulmuştum kendimi. O gün başlayan bir şey zaten Bergkamp sevgim. Uçak korkusunu, sırf hayranı olup, merak ettiğim için bir futbolcu hakkında özel bir bilgi olarak öğrenmiştim. Artık mahalle maçlarında ara pası atmak, kimin nereye hareketlendiğini incelemek çalımdan veya şuttan, daha keyifli gelmeye başlamıştı. 


Herkesin Bergkamp'ın olduğu takıma baktığında gördüğü ilk adam Henry'dir, değilse Pires'tir, değilse Ljungberg'tir... Bergkamp'ı görmek için biraz daha dikkatli bakmanız, sevmek içinse biraz sabredip izlemeniz gerekir. Şimdi bakıyorum, Bergkamp sırf mahalle maçında oynadığım oyunu değil, hayatımı da değiştirmiş. Belki “hadi be” sınırında olacak ama, sabretmeyi, bakmayı değil, görmeyi, incelemeyi ve arka plandayken yönetebilmeyi öğretmiş.


Birazdan okuyacağınız yazı, Dennis Bergkamp'ın Stillness and Speed adlı biyografisinde yayınlanmıştır.


*



Bir futbol takımının lideri kimdir? Ve takımına nasıl liderlik eder? Bu soruları cevaplayabilmek oldukça zor. Çünkü futbolun baskın figürleri bu oyunu pek çok farklı biçimde, boyda, karakterde ve desibelde oynuyor. Farklı tipteki liderleri birbirinden ayırmak konusunda da pek başarılı olduğumuz söylenemez. Bir de, takımların birden fazla lidere sahip olduğu gerçeği var. Resmen göreve getirilen kaptanların yanında, teknik anlamda liderlik yapan uzmanların olduğunu da unutmamak gerek. Örneğin İngiliz tipi eski pivot santraforların "hücuma öncülük ettiği" söylenirdi. Kaleciler ise savunmaya hükmederdi. Tony Adams ya da Johan Cruyff gibi doğuştan lider oyuncular, yumruklarını sıkan bir savaşçı gibi bağırıp takım arkadaşlarına nereye koşmaları gerektiğini söyleyebilir, hatta koşmaları gereken yeri elleriyle gösterebilirlerdi. Bu tip liderleri fark etmek çok kolay, Dennis'in de aralarında bulunduğu diğer liderlerin önemini fark etmek ise daha zor.

Örneğin, bazı eski takım arkadaşları onun liderlik yeteneklerinin farkına dahi varamamış. Ricardo Ferri'ye göre Inter'deki Dennis fazla sessiz bir oyuncuydu. Ferri'ye göre bir lider sesini duyurabilmeli ve sosyal olmalıydı. "Dennis hiçbir zaman Inter'in teknik anlamda lideri olmadı. Zaten kimse durup dururken "Artık bizim liderimiz o" demez. Takım, liderini seçer. Arsenal soyunma odasında ortam nasıldı bilmiyorum ama Inter'de diğerleriyle sosyalleşmediğiniz sürece lider olamazsınız. İsterseniz Maradona olun, diğerleriyle bağınız kuvvetli değilse bu mümkün değildir. Maradona, Napoli'deyken kendini sürekli olarak duygusal anlamda ifade ederdi. Çok da cömert davranıyordu. Maçtan sonra röportaj verirken, üç golü de kendisi atmış olsa bile, takımdaki başka bir oyuncuyu över ve şöyle derdi: "De Napoli olmasa bunu başaramazdım.” Oysa De Napoli gayet ortalama bir oyuncuydu. Maradona saha dışında da takımına cömert davranırdı. Herkesi bir yerlere davet eder, herkesle yemek yerdi."

Osvaldo Bagnoli de benzer bir noktaya parmak basıyor: "Takımın lideri olması gereken kişiyi takım seçer. Bu otomatik ve bilinçsizce alınan bir karardır. Bilinçaltında yaşandığı bile söylenebilir. Bir anda oluverir. Ve o zamanki Inter kadrosu, Dennis'i seçmedi. Belki de karakteri yüzündendi. Utangaç, yalnız, içine kapanık bir insan olmasından... Belki orada biraz daha kalsa lider olabilirdi. Ama olmadı."

Hollandalı oyuncu 1995'te Arsenal'e geldiğinde takımın kaleci antrenörlüğünü yapan Bob Wilson ise farklı bir Bergkamp portresi çiziyor. “Deha seviyesinde bir yeteneğe sahipseniz, kibirli olmamanız biraz zordur. Bazıları, Dennis'in o zamanki mesafeli duruşunu yanlış anlamış olabilir. Ben o zamanki tavırlarını bir çeşit utangaçlık olarak görüyordum. Hiçbir zaman ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu söylemez ya da buna benzer bir şey hakkında konuşmazdı. Mütevazıydı. Ama 71 yaşına gelmiş bir adam ve altı yedi yaşından beri futbolu tutkuyla takip etmiş bir futbol sever olarak onu tüm zamanların en iyi oyuncuları arasında saymakta bir mahsur görmüyorum. Onu Stanley Matthews, Puskas, Hidegkuti, Duncan Edwards, Pele, Garrincha, Cruyff, Maradona, Messi, Beckenbauer, Bobby Moore gibi oyuncuların yanına koyuyorum. Bu oyuncular hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın, futbolu daha iyi bir oyun haline getirdiler. Dennis Bergkamp, futbolu başka bir seviyeye taşıdı. Bu oyunu takip eden her insanı, yeşil sahadaki manzaraya, bilmedikleri ve daha önce hiç görmedikleri bir açıdan bakmaya davet etti. Top üzerinde mutlak bir hakimiyet; mutlak hakimiyet, kuruyordu. Sahneye adımını atmış bir jonglör gibyidi. Onlardan tek farkı, tekme yemesiydi. Bir lider miydi? Elbette bir liderdi. O, diğerlerinin dönüp "Dennis burada sıkışıp kaldık, bir yol bulamıyoruz" dediği adamdı ve her seferinde karşısındaki soruna farklı bir çözüm üretirdi. Ama Dennis'in en büyük başarısı bu değil, etrafındaki oyunculara hata yaptıkları zaman saklanmalarına ya da korkmalarına gerek olmadığını göstermesiydi. "Yap şunu! Başarabilirsin. Buna yeteneğin var." Hiçbir zaman Tony Adams ya da Frank McLintock gibi değildi. Daha çok Bobby Moore'a benziyordu. Eylemlerindeki güç ve soğukkanlılık insanlara şunu düşündürürdü: "Tanrım, bunu yapmayı gerçekten deneyeceğiz." O, sürünün lideriydi. İlham verirdi."



Thierry Henry bu görüşü onaylıyor. "İnsanlar özgüvenle kibri birbirinden ayıramadığı için Hollandalı oyuncuları yanlış anlayabiliyor. Hollandalı futbolcular çok çok büyük özgüvene sahip. İnsanlar her zaman "Ama biraz kibirliler" diyor. Hayır! Onların özgüveni yüksek. Dennis'le tanışır tanışmaz en çok etkilendiğim özelliği muhteşem bir özgüvene sahip olmasına rağmen hiç ukala olmamasıydı. Bazen insanların "Peki neden bu kadar gösteriş yapıyordu?" diye sorduğunu duyuyorum. Hayır, gösteriş yapmıyordu. Onun oyun tarzı böyleydi. Newcastle'a attığı gol gibi. İnsanlar, Dennis'in o çalımı atmasının nedenini anlayamıyor. Top ona doğru gelirken aynen şöyle düşündüğüne eminim : "Tamam, topu diğer taraftan kontrol edeceğim, Dabizas'ın arkasından dolandıktan sonra top ayağıma geri gelsin diye doğru falsoyu vermem lazım. Sonra da golü atacağım." Başka birisi için bunu yapmak imkansızken, onun için çok doğal bir şeydi. Zidane'la, Messi'yle, Xavi, Iniesta, Eto'o ve Ronaldinho'yla oynadım. Hepsi inanılmazdı. Konu saf yetenekse, Zizou bu dünyadan değildi. Topla canı ne isterse yapardı. Adam topla resmen dans ediyordu. Bazen onu izlerken ağzı açık ayran budalasına dönerdim. Messi'nin yaptıklarını yapabilen başka biri olacak mı, bilmiyorum. Maradona, kimseyle kıyaslanamaz. Cruyff, keza öyle. Ama ben en çok Dennis Bergkamp'la oynadım. Onu her gün antrenman yaparken izledim. Oyun görüşünü, oynayış biçimini gördüm. Bu yüzden, benim beraber oynadığım en iyi oyuncu Dennis'dir. Benim için o Usta'ydı, her zaman da öyle kalacak.

"Arsenal'e geldiğimde, takım onun takımıydı. Her zaman da öyle kaldı. Takımdan ayrıldığında durum değişti ama o oradayken hep böyleydi. Beni yanlış anlamayın. Dennis çok büyük bir karakter. Ama ona olan hayranlığımın asıl sebebi başka: Elit seviyede büyük bir oyuncu olmayı başaranların egoları da büyük olur ama Dennis kendini kontrol edebiliyordu. Oyununun zirvesine çıktığı dönemde, istese çok daha fazla gol atabilirdi. Ama bazen pozisyon gereği boştaki adama pas vermesi gerekirse, o bunu yapardı. Dennis benim için Lider'di ve her zaman öyle olacak. Bu, sadece onu "örnek almamla" ilgili bir şey değil. O, benim için bir abi gibiydi. Fakat aynı zamanda daima en önde gözükmesi gerekmediğini bilecek kadar zeki bir adamdı da. Fazla bağırmazdı ama size şöyle bir baktı mı...! Dennis top oynayarak konuşurdu ve konuşmanın bundan daha iyi bir yolu yoktu."

Tony Adams, Dennis'e daha şüpheci bakmıştı. "Diğer insanlar daha duygusal davranıp takım üzerindeki büyülü etkisini benim becerebileceğimden çok daha güzel biçimde anlatmıştır. Benden duyacağınız şey ise gerçek, yani benim tecrübem olacak. Dennis'e saygım vardı ama hiçbir zaman kendimi kaptırmadım. Dennis takıma geldiğinde benim ne durumda olduğumu da düşünmeniz gerekiyor. 1995'te ölmek istiyordum. Dennis Bergkamp umurumda bile değildi. Sonra alkolü bıraktım, yüzümü dünyaya döndüm. Hayata geri döndüğümde, karşımda teknik anlamda inanılmaz yetenekleri olan bir takım arkadaşı buldum. Ama o takıma gelip giden çok oyuncu olmuştu, bunu unutmayın. Bundan dolayı ben ona herkesten biraz farklı bakıyordum. Çok sosyal gözüken ama yüzünde maskeyle dolaşan bir oyuncuyken, Adsız Alkolikler toplantılarına giden bir adam oldum. Birdenbire hayat hakkında yepyeni bir bakış açısı edindim, sağlığımı kazandım ve Dennis'le oynamanın tadını çıkarmaya başladım.

Ama yine de kaptan bendim. Bu, biraz takımı kenardan yönetmeye benzer. Zaman zaman üzerinize düşen bir rolü oynamanız gerek. Dennis'in kankası olamazdım. Benim rolüm bu değildi. Belki başka bir hayatta, başka bir yerde, başka bir durumda, bambaşka bir ilişkimiz olabilirdi. O zamanlar, ben menajerin sesiydim. Kazanmak istiyordum ve Dennis beni bu isteğime ulaştırabilecek oyuncuydu. Ona kesinlikle rahat veremezdim."

Rahat vermemek derken? Onu motive etmek, zorlamak için mi?

Evet. Ama bunun da fazlasına ihtiyacı yoktu. Çünkü gerçek bir profesyoneldi. Onu tedirgin etmem gerekmiyordu. Bunu sadece bir keresinde yaptım ve yeterli oldu. Kariyerimin geçtiği üç farklı 10 yıllık dilimde yüzlerce oyuncuyla birlikte ve bir o kadarıyla da karşılıklı oynadım. Aralarında Maradona, Van Basten, Dalglish, Thierry’nin de olduğu inanılmaz oyuncularla... Ve Dennis gördüğüm en iyi üç oyuncu arasında. En iyi üç. Diğer ikisi kim söylemeyeceğim ama Dennis... Bana göre Thierry'den 10 kat daha iyi futbolcuydu. Buna rağmen ona karşı çok ciddiydim. Bir profesyonel olarak zaman kaybına tahammülüm yoktu ve bir noktada kendini çok zorlamadığını, üçüncü viteste gittiğini düşündüm. Oysa mükemmel, mükemmel bir oyuncuydu. Artık ligi ve yılın oyuncusu ödülünü kazanmasının vakti gelmişti. O, bunları başarmaya layık bir oyuncuydu. 1998'in başında bunu başarabilecek konumdaydık. Karanlık bir dönemden çıkmıştık. Bruce Rioch olayını atlattık. Dengeli bir kadro kurduk. Paramız vardı. Artık bir şeyler kazanmanın vakti gelmişti. Middlesbrough maçından sonra takım otobüsüne bindik, Dennis tek başına bir köşeye oturdu.

Tek başına mı?

Böyle bir düzenimiz vardı. Biz, İngiliz çocuklar otobüsün arkasına dizilirdik. Daha çok bizim aldığımız bir karardı bu. Aramıza başka kimseyi almazdık. Bir aile gibiydik. Ben ve Bouldy eskiden beraber içerdik. Lee Dixon'ı 10 yıldır tanıyordum. Nigel Winterburn'le neredeyse doğduğumuzdan beri birbirimizi biliyorduk. Beraber yaşamış, büyümüş adamlardık, anlarsın ya. Silah arkadaşları gibiydik. Bu yüzden arkada hep beraber otururduk, belki de kadrodaki diğer oyuncuları aramıza almayarak hata ettik. Her neyse, Dennis'in yanına gidip şöyle dedim. "Dennis, iki buçuk yıldır buradasın. Hiçbir şey kazanamadın. Bir şeyler kazanmanın zamanı geldi. Bunu ne kadar istiyorsun?" Yüzünden bir tepki okunuyor, görülüyordu. Yerime doğru giderken içimden şöyle düşündüm: "Şimdi beni çevirip ağzımın ortasına yumruğu çakabilir."

Bundan sonra bir değişim hissettin mi?

Birkaç ay sonra duble yaptık. Dennis yılın oyuncusu seçildi. Kariyerinin en iyi futbolunu oynadı.

Bana, söylediğin son cümlenin aklına takılıp kaldığını söyledi: "Bunu ne kadar istiyorsun?" Onun için bu bir çeşit aydınlanma olmuş. Bu ifadeyi benimsemiş, şimdilerde bile sık sık kullanıyor.

"Evet, bunu söylediğini hatırlıyorum. Ama bu anlattığımı sadece kendim için yapmıştım. Çünkü bazı oyuncuları motive etmeye gerek bile yoktur. Bana dönüp "Bi' sus Allah aşkına Tone" da diyebilirdi. Ama öyle yapmadı. Benim de yapım böyleydi: "Bunu ne kadar istiyorsun? Hadi!" Tutku, armayla gurur duymak, motivasyon. Beni havaya sokan şeyler bunlardı. Konsantrasyonumu toplamamı sağlıyordu. Manu Petit çok sessizdi örneğin, ama ben... [yumruklarını sıkıp savaştaymış gibi bakıyor ve alnına bir tane vuruyor] LAAAAAAAAAAN! Ben bu şekilde havaya giriyorum. Adrenalin yükseliyor. Motivasyon! Martin Keown da böyleydi ama o pek sakinleşemezdi. Oysa buna biraz ihtiyacı vardı. Martin'in dikkatsiz müdahaleleri yüzünden çalınan penaltılar... Dennis de tam tersi öyle sessizdi ki arada bir onu ayağa kaldırmam gerektiğini düşünüyordum. Belki de buna ihtiyacı yoktu. Kendisini motive etmesi ona yetiyordu. İçinde o hırs olmasa, şu an bulunduğu yere gelemezdi. Ben de kendimi ve diğerlerini keşfediyor, başkalarının nasıl havaya girdiğini görüyordum."

Adams'dan sonra Arsenal'ın kaptanlığını devralan Vieira'ya göre Bergkamp'ın gücü tam da bu sessizlikte gizli. "Dennis ne bağırır ne de konuşurdu. Ama sahaya çıktığımızda bize teknik anlamda liderlik edeceğini bilirdik. O, bize maçı kazandıran ufak ama büyülü dokunuşu yapan adamdı. Asist yapacağından ya da bir pozisyon yaratacağından her zaman emindik.

Kaptan sendin ama lider Dennis'di o halde?

Vieira: "Dennis bize ilham veriyordu. O, liderimizdi. Thierry'nin gol atacağını, Dennis'in bir şekilde maçı değiştireceğini, Sol Campbell'ın defansa liderlik edeceğini ve benim de gerekirse orta sahada kırmızı kartı gören adam olacağımı biliyorduk."



Kadronun kalanı ona nasıl bakıyordu?

"Herkesten saygı görürdü. İnsanlar Dennis'i bu yüzden severdi. Elbette, Hollandalılara özgü o kibir onda da vardı. Her zaman diyorum, hep şu havadalar: "Biz en iyisiyiz, her şeyi en iyisini biz biliriz." [gülüyor] Ama herkes onu severdi. Çünkü herkese saygı gösterirdi. Soyunma odasında çok sevilirdi. Sahada bize liderlik eden adamın o olduğunu bildiğimizden, onunla konuşur, espriler yapardık. Ama bununla beraber iyi olan bir şey daha vardı: O da benzer felsefeye sahip bir menajerimizin olması. Uzun topla tempo yapmak isteyen bir teknik direktörün takımında Dennis Bergkamp olmaz. Topa sahip olmak isteyen bir takıma da Dennis'in yerine Duncan Ferguson'ı koyamazsınız. Çünkü bu iş böyledir.

***

Dennis, Vieira'nın bir lider olarak kendisini etkilediğini söylüyor. “Fransız olduğu için zaman zaman huysuz ve kibirli olabiliyor. Bunu ona da hep söylerim zaten. [gülüyor] Saha dışındaysa çok mütevazi, çok nazik ve sevimli birisidir. Bütün kadınlar şöyle der: "Patrick ne kadar çekici bir adam!" Ama kişiliği böyledir. Odaya girdiği zaman atmosferi ele geçirir. Muhteşem bir karizma. Aynı zamanda çok da iyi bir liderdi. Tony Adams'dan sonra herkes "Yerine kim geçecek" diyordu. Tony kaptanımızdı. Tony "Kaptan" Adams. Kaptan onun ikinci adı olmuştu. Yerini kim doldurabilirdi ki? Patrick, o rolü kendine özgü bir biçimde yeniden yarattı. Daha az yumruklarını sıkarak, iletişime daha fazla önem verip malzemeciyle, aşçıyla, antrenörle, oyuncularla, herkesle bağlantı kurarak... Bu tip bir rolü üstlenmek herkesin harcı değildir ama o başardı. Hem iyi futbol oynuyor hem de bu işi iyi beceriyordu."

Teknik lider rolünün pratikte nasıl işlediği ve özellikle Dennis söz konusuyken nasıl bir şekil aldığı sorusuysa hala cevapsız. Hele de İtalya'da kendini bir lider olarak kabul ettirememesinden sonra İngiltere'ye gidip Arsenal'in sıkıcı futbolunun Total Futbol'a dönüşmesine öncülük ettiği düşünülürse. Mekanizma tam olarak neydi? Arsene Wenger çok kafa karıştırıcı ve öznel bir açıklamayla bu soruyu cevaplıyor: "Dennis'in adapte olması biraz zaman aldı. Çünkü ilk yılında çok fazla sorgulandı. Ama ondan sonra takım içindeki rolü giderek arttı. Bu, özgüveniyle mi alakalı? Benim göreve gelmemle mi ilgili? Yoksa etrafında teknik açıdan daha yetenekli oyuncular olmasıyla mı bağlantılı? Ya da aralarından bazılarının onun etkisinde kalarak kendilerini teknik anlamda geliştirmesi mi demeliyiz? Şurası açık ki bunların hepsi birer etken. Hangisinin yüzde kaç etkisi var, söylemek zor. En önemli gerçek ise şu: Herkes onun ne kadar kaliteli bir oyuncu olduğu konusunda hemfikirdi.”



"Hollandalıların futbola bakış açılarını elbette seviyorum. Pozitif bir felsefeleri var ve oyunu geriden kuruyorlar. Hollandalıların bir başka felsefesi de kafası çalışan oyuncuları ortada oynatmaları. Teknik anlamda yetenekli, düşünebilen, zeki oyuncular... Onları sahanın ortasına, takımın kalbine yerleştiriyorlar. Bu düşünce biçimini Dennis'den daha iyi sembolize edebilecek bir oyuncu yok. Çünkü tamamen teknik kalite, hayal gücü ve zekayla yaratılmış bir bakış açısı bu. Bir menajer olarak, bu oyun tarzını kabul ettirmeniz işte takımın kalbindeki o oyuncunun kadrodan saygı görmesine bağlı. Bu, şu anlama gelir: Takım, o oyuncuya uygun gelen bu oyunu oynamayı kabul etmiştir. Bunu kabul etmeleri de gerçekten ilgi duymalarıyla olur. Dennis'in en güçlü yanı, tüm takımın saygısını kazanmış olmasıydı.”

"Eski oyuncularımla Dennis hakkında konuşurken duyduklarımla, Fransa Milli Takımı'nın eski oyuncularının Zidane hakkında söyledikleri bu açıdan birbirine çok benziyor. Hangisi daha iyi diye hiç düşünmedim ama takım arkadaşlarının ikisine duyduğu hayranlık ve saygı benzer. Elinizde bu güç oldu mu, işiniz kolaylaşıyor. Çünkü insanlar söylediklerinizi dinliyorlar. Sizi dinlemenin kendi çıkarlarına olacağını anlıyorlar. Bir takımın ortak bilinçaltı ve zekası vardır. Ve oynadıkları oyun da buradaki güçlü noktalardan akar. Bu da şu anlama geliyor: Oyun; Tony Adams'dan Patrick Vieira'ya, Patrick Vieira'dan Dennis Bergkamp'a, Dennis Bergkamp'tan Thierry Henry'ye gider. Takım, bunun kendi çıkarına olduğunun farkına varıyor. Bir oyuncu gereğinden fazla dominant hale geldiğinde takımın sürekli onun üzerinden hareket etmeye çalışması zararlı da olabilir. Çünkü bu sefer de çeşitliliğiniz azalacak. Ama biz bunu yaşamadık. Dennis'in böylesine keskin bir zekası vardı. Daha da çarpıcı olanı çok güçlü bir karakterinin olmasıydı. Bazıları bir adamın girdiği bir ortamda kendisine baktırması gerektiğini söyler. Oraya gidip bu tip bir izlenim verebilmesi için şöyle düşünmesi gerekir: "Ben buradaki en önemli kişiyim." Bilinçaltında olup biten bir şeydir bu. Dennis bunun tam tersiydi. Tam tersi. Ama yine de yürüyüşüyle, davranışlarıyla aristokratça bir seçkinliği vardı. Hali ve tavrıyla, klasıyla ve o doğal havasıyla insanın dikkatini çekerdi."

Gary Lewin bu havanın antrenmanlardaki yansımalarını hatırlıyor: "Dennis kulüp binasına geldiği zaman, etrafında olup biten her şeyin farkında olurdu. Beğendiği şeyler, beğenmedikleri... Çevresindekiler kafasından geçenleri görebilirdi. Bir maç öncesinde ve sırasında "Şunu şöyle yapmayı dene" diye oyunculara ders verirdi. Ama bunu, başkalarının önünde, etrafındakilere sertçe bağırıp çağırarak yapmazdı. O daha çok özel sohbetlerin adamıydı. Bazıları onun için içe dönük diyor ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bence ne yaptığını gayet iyi biliyordu.”

Dennis'in kendi değerlendirmesi işe şöyle: "Lider nedir? Bu gerçekten ilginç bir soru. Cruyff bir ayağı topun üzerindeyken çılgın hareketlerle parmağını sallayarak herkesi yönetir, nereye koşmaları gerektiğini söylerdi. O bir liderdi. Ama benim oynadığım zamanlarda topu alıp dikilecek vakit asla yoktu. Beni hemen indirirlerdi! 90'larda onun gibi liderler kalmamıştı. Benim zamanımda herkes birbirinin hocası gibiydi. Ben de böyle yaptım. Takım arkadaşlarıma sürekli olarak antrenörlük ve liderlik yaptım. Asla saklanmadım, her zaman topu istedim. Oyun içinde önemli bir rol oynamaya, en iyisi olmaya çalıştım. Hiçbir zaman olduğumla yetinmedim, kendimi daha çok zorladım. Bir antrenör olarak da bu tavrı seviyorum. Forvetlerimden biri bir pozisyon kaçırınca hemen düşünmeye başlıyorum. Sonraki şutunda golü yapması için ne yapabiliriz? Bir golcüye hiçbir şansı kaçırmamayı öğretebilecek kadar iyi bir antrenör olmak istiyorum. Yaptığım işte başarılı ve saygın olmayı amaçlıyorum ama şöhret peşinde değilim. İşte bu yüzden teknik direktör olma hırsıyla yanıp tutuşmuyorum.

Peki. Pek çok farklı lider tipi var. Sen hangi türdensin?

"Patrick Vieria'nın Tony Adams'dan ne kadar farklı olduğundan bahsettin ama sonuçta ikisi de lider oyuncular. Patrick'in tarzı tamamen farklı. Bunu yeşil sahada gözlemlemek pek mümkün değil ama o, takıma ve kulüpteki diğer herkese liderlik ederdi. Çok inanılmaz, farklı bir şey bu. Ve, evet, bir de teknik anlamda lider var. Ben daha çok bu tipe yakınım. Diğerlerine örnek olarak liderlik ediyordum. Antrenörlük de buna benzer. Bazıları çok bağırıp çağırır, sesleri fazla çıkar, insanlar da "İşte bak, gerçek bir antrenör" derler. Oysa Wenger daha çok bir öğretmen gibidir, size doğru yolu gösterir. Gösteriş yapmayı, sürekli bağırmayı seven insanları asla sevemedim. Futbolun daha düşük seviyelerinde sadece gösteriş veya otorite peşindeki kaptanlar veya teknik direktörler çoğunluktadır. Bana göre bir lider insanları etkileyen, değişiklikler yapan, çevresindeki oyuncuları veya insanları daha iyi hale getiren insandır. Yaptıklarıyla kameraya oynayanların tam tersidir."

Tony Adams'ın tarzı da kameraların çok ilgisini çekiyordu ama senin söylediğin anlamda da liderlik yapıyordu. Değil mi?

Evet, tabii. Ona baktığınızda tam bir lider prototipi görebilirisinz. Bağırıp çağırır, yumruğunu sıkar. Ama o bunu kameralara yapmazdı. Onu tanımasanız böyle zannedebilirdiniz ama soyunma odasında da böyleydi. Gerçek bir lider. Bergomi de ona benziyordu aslında. Tony daha sertti tabii ama Bergomi de takım içinde çok güçlüydü ve oyuna yaklaşımları benzerdi. Bergomi'nin tarzı daha İtalyan, neredeyse askerîydi: "Kaptan benim!" Onu seviyordum. Çünkü farkındalığı yüksek ve ateşli bir oyuncuydu. Bence iyi bir insandı. Varlığını hissettirirdi. Patrick'in ise çok daha farklı bir tarzı vardı elbette. Saha içinde bir lider olarak çok fazla gözükmezdi ama takım içinde insanları etkiler, havaya sokardı. İnsanları yükseltir, onlarla beraber kulübü yükseltirdi ve bunu sadece küçük sohbetlerle yapardı. Frank Rijkaard pazubandı takar mıydı? Çok nadir. Ama perde arkasında sürekli insanlarla konuşur, tavsiye verirdi. Etrafta kameralar yokken, büyük bir liderdi. 1995 Ajax'ın kaptanı Danny Blind'dir fakat insanlar hala bana Rijkaard'ın önemini anlatıyor. Benim için lider olmak ya da olmamak pek önemli değil. Ama oyuncular, emekli oyuncular ve diğer insanlar Frank hakkında dedikleri şeylerin benzerini benim hakkımda söylüyorlar. “Soyunma odasında çok saygı görürdü. Fark yaratırdı.” Doğru, insanlar beni örnek aldılar ve hatta beni belirli açılardan taklit ettiler. Bana güveniyorlardı, dürüst bir adam olduğumu biliyorlardı. Ben de bunu istiyordum, bu da bir çeşit liderliktir. Bob Wilson'ın bu konuda dedikleri doğru: Ve önemli şeylerden biri daha: Liderlik kendiliğinden gelir. Buna hala inanıyorum. Bagnoli ve Ferri dediklerinde haklılar. Birisine bakıp "Bu adam lider olacak" demezsin. Belirli bir zaman geçer ve bir bakmışsın o adam lider olmuş. Ansızın ortaya çıkar. Görünür olur. Bir şekilde, kendiliğinden meydana gelir."


Yazı: David Winner


Sunuş yazısı için Ozan Can Sülüm'e teşekkür ederiz.

29 Aralık 2014 Pazartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler