Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Rafael Nadal

Birazdan okuyacağınız yazı, ilk olarak 10 Ocak 2014 tarihinde Financial Times'da yayınlanmıştır.

Rafa Nadal inanmıyor. Asla inanmadı ve hiçbir zaman da inanmayacak. Ve ona göre başarısının, yani; 2014 sezonunu Avustralya Açık'ta dünya bir numarası olarak açmasının, 13 grand slam şampiyonluğu kazanmasının ve dünyanın en sevilen ve başarılı sporcularından biri olmasının sırrı, bu inançsızlık.

Peki inanmadığı şey ne? Thames Nehri'nde tekne gezintisi yaptığımız bir gece yarısı anlatmaya başlıyor: "Övgülere, başarıya. İnsanların düşündüğü ya da rakamların söylediği kadar iyi olduğuma." Neden? "Çünkü inandığım an, her şey biter. Ben biterim." Bitmek mi? "Evet."

Nadal'ın gösterdiği bu tevazu; yapmacık bir tavır olmaktan çok, bir strateji. Ve 27 yaşındaki İspanyol, ilk bakışta mahçup veya çekingen olamayacak bir tip gibi gözükse de, bu strateji kendiliğinden oluşmuş. Karşı karşıya geldiğinizde, televizyonda gözüktüğünden daha uzun olduğunu fark ediyorsunuz. İri ve kıvrak vücuduyla insana bir kediyi anımsatıyor ve ilginçtir, rakipleriyle dolu bir ortama girdiğinde, sanki diğer tenisçiler onun yanında çekip küçülüyor. Klasik maço erkekler gibi yürüdüğü de, kendini o tip bir adam olarak gördüğü de söylenemez. Kendini agresif bir maço olarak görmeye başlarsa, zafere olan açlığının köreleceğini düşünüyor. 

O2 Arena'dan yola çıkıp Thames'in üzerindeki Parlamento Binası'na bakan otele doğru giden tıklım tıklım dolu teknede, yan yana otururken bu konuyu uzun uzun konuşuyoruz. ATP Dünya Turu Finalleri'ni Novak Djokovic'e yani Roger Federer'in ezeli rakibi olarak kendisinin veliahtı sayılabilecek oyuncuya kaybettiğinden bu yana, ne oyununda ne de formunda bir düşüş emaresi görülmüyor. O günkü maçtan sonra, servis açısından kötü bir gün geçirdiğini ama diğer alanlarda en iyi oyununu korta yansıttığını söylemişti. Nadal, yalnızca en iyi tenisini oynayamadığı maçlarda kaybetmekten nefret ediyor. 2007 Wimbledon finalinde Federer'e mağlup olduktan sonra çaresizlik içinde soyunma odasının zeminine yığılıp yarım saat boyunca yerinden kıpırdamamış. Neden? Kendini hayal kırıklığına uğrattığı, konsantrasyonunu toparlayamadığı, kritik puanları düşüncesizce oynadığı için. Ama bu kez kendini suçlamıyor ya da şikayet etmiyor. Çünkü Djokovic'in Londra'daki finali bileğinin hakkıyla kazandığını düşünüyor. Tıpkı kendisinin geçen Haziran (bugünküne kıyasla çok daha zor bir durumdayken) Fransa Açık'ta,  ve geçtiğimiz Eylül Amerika Açık'ta Djokovic'e karşı kazandığı finallerde olduğu gibi...



Nadal'ın Arthur Ashe Stadyumu'nda kazandığı o maç, kendisine 13'ncü grand slam zaferini getirdi ve onu Federer'in 17 şampiyonlukla elinde bulundurduğu grand slam rekoruna biraz daha yaklaştırdı. İlk büyük turnuva zaferini ise 19 yaşında 2005 Fransa Açık'ta kazanmıştı. O günden bu yana; listeye yedi Fransa Açık, iki Wimbledon, iki Amerika Açık ve bir Avustralya Açık zaferi ekledi. Ancak onun hikâyesi, insanların sporcu süperstarlarla özdeşleştirdiği cinsten, sıfırdan zirveye yükselişi anlatan öykülere benzemiyor. Rafa, pek bir cazibesi bulunmayan Mallorca kasabası Manacor'da, sahilden ve dolayısıyla Balearik Adası'na her yıl akın eden dokuz milyon turistten uzakta yaşayan, hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve yerel bir kulüpte antrenörlük yapan amcası Toni Nadal'ın teşviğiyle üç yaşından itibaren tenis oynamaya başladı. Doğuştan rekabetçi bir doğaya sahipti ve aile arasında oynanan kart oyunlarında bile kaybetmekten nefret ediyordu. Atletik anlamda bir "harika çocuk" olması yüzünden, biraz daha büyüdüğünde profesyonel kariyerini başlatmak için tenis ya da futbol arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktı. Diğer amcası Miguel Angel Nadal'ın Barcelona ve İspanya Milli Takımı forması giymiş bir futbolcu olduğu düşünülünce, futbolda da büyük bir yeteneğe sahip olması kimse için şaşırtıcı değildi. 

Ama henüz 12 yaşındayken U14 seviyesinde ülke şampiyonası finaline yükselince "Tenis mi, futbol mu?" sorusu da kendi kendine yanıtlanmış oldu. Nadal daha ergenlik çağına gelmeden profesyonel bir kariyere başlamıştı. Dünya tenisinin en üst seviyesi ATP'de ilk maçını kazandığında 15, Federer'i ilk kez mağlup ettiğinde 17, tenisin Dünya Kupası sayılan Davis Cup'ı ülkesi İspanya'ya getiren kader maçını kazandığında 18 yaşındaydı. Bitmek bilmeyen sakatlıkların üstüne, 19 yaşındayken kariyerinin bitmesine sebep olabilecek ırsi bir kemik rahatsızlığı yaşamasına rağmen, bu performansıyla yarattığı devasa beklentileri karşılamakla kalmayıp başardıklarıyla herkesi şaşkına çevirdi. Ama teknedeki sohbetimiz sırasında bana kendisini en çok tatmin eden yılın 2013 olduğunu söylüyordu. Sezona olması gerekenden bir ay geç başlamış, kortlardan 7 ay uzak kalmasına sebep olan ve sürekli nüks eden bir diz sakatlığı yüzünden dünya sıralamasında dördüncülüğe gerilemişti. O sakatlıktan dönüş sürecinde tenisi bırakmak zorunda kalabileceğini bile düşünmüştü ama sezon bittiğinde yine dünya sıralamasının zirvesine çıktı.

Djokovic'e kaybetmesine rağmen çok mutlu olmasının sebebi, işte bu. "Kariyerimin en iyi yılını geçirdiğimden hiç şüphem yok" diyor anadilinde. "Sakat olduğum o yedi ay boyunca hiçbir turnuvaya katılamadığım gibi, kortta antrenman bile yapamadım. Oradan geri dönüp, 14 kez final oynamak, o finallerin 10'unu kazanmak... Bu... Bu, una barbaridad." Bu sözü bire bir çevirecek olsak, karşılığı "barbarlık" olurdu ama Rafa'nın asıl söylemek istediği şey (bunu onun ağzından duymak biraz şaşırtıcı tabii ama), çok önemli bir iş başardığı.

Bu sözler, alçak gönüllüğünün sahici olduğunu gösteriyor. Gerekli görmediğinde kendini geri plana atmayı bir kenara bırakıyor, ki bunu fark etmek de insanı rahatlatıyor: Çünkü tersi bir durumda; rakiplerini kortta perişan edip ardından dünyanın en nazik ve sevimli tenişçisine dönüşmesi, ustaca planlanmış bir pazarlama hamlesi gibi görünebilirdi. Nadal, herkes gibi, geçmişte başardıklarına bakarken mutlu oluyor ancak sonraki maçı düşündükçe içindeki şüphe tekrardan büyümeye başlıyor.

*

Teknemiz, Canary Wharf'ın parlak ışıklarının yanından geçip Tower Bridge'in altından süzüldükten sonra Shakespeare's Globe tiyatrosunu geride bırakırken Rafa yüzünde canlı bir ifade ve kocaman bir gülümsemeyle, tevazuya dayanan felsefesinin onu nasıl başarıya götürdüğünü anlatmaya devam ediyor: "Evet, zirvede kalmayı başaran aşırı kibirli ve kendinden fazlasıyla emin adamlar da var. Ama şurası kesin: Zirveye giden tek bir yol yok. Benim yolum ise şöyle: Eğer sadece kendim olduğum ve yaptığım şeyde çok iyi olduğum için "İşler nasılsa yolunda gider" diye düşünürsem; savsaklamaya başlarım: Sıkı çalışmayı, her puan için savaşmayı bırakırım. Kuvvetim kaybolur. Ve arkamda olumlu bir ivmeyle yola çıktığımdan, başlarda işler iyi gidiyormuş gibi gözükse bile, bu gidiş uzun sürmez. Kendimden şüphe etmeyi bırakırsam, gardım düşer. Her zaman şüphelerim vardır. Hiçbir zaman çok iyi bir oyuncu olduğuma inanmadım ve bugün de buna inanmıyorum."

Rafa'yı iyi tanıyorum. Üç yıl önce anılarını yazmam için birlikte çalışırken oldukça fazla vakit geçirdik. Bir süperstarın ondan daha ağırbaşlı, daha abartısız olması mümkün değil. Fakat bazen bunda da bir aşırılık var gibi geliyor: "Çok iyi değil misin yani? Bu dediğinde ciddi olamazsın" diyorum.

"Hayır, hayır, hayır" diye yanıtlıyor gülerek. "Ciddiyim. Evet, rakamlar iyi olduğumu söylüyor. Buna şüphe yok. Rakamların tartışmasız şekilde beni bir numara ilan ettiğini biliyorum. Ama ben, kendimi öyle görmüyorum." Belki de kimlik hırsızlığı sendromuna yakalanmışsındır, diye soruyorum. Veya belki de içten içe bulunduğun yerde olmayı hak etmediğini düşünüyorsundur?

"Evet. Buna benzer bir şey. Demek istediğim... Korta çıktığımda kendimi yeterli görmüyorum... Nasıl açıklayabilirim ki bunu... Amerika Açık'ı ya da Roland Garros'yu kazanmanın fazlasıyla zor olduğunu düşünüyorum. Bu turnuvaları kazanmanın çok, çok zor olacağını hissediyorum. Beni anlayabiliyor musun?" Sözlerinin ardından derin bir nefes alıp bırakıyor: "Oofff!" Bir grand slam finaline çıkarken yaşadığı hisler, tekrar üzerine hücum ediyormuş gibi gözüküyor.

"Tiger Woods'u düşün mesela" diye devam ediyor sonra. "Bir vuruş yapmadan önce ona baktığımda, "Kesin harika vuracak. Çünkü bu adam gerçekten çok iyi bir oyuncu ve kendisi de bunun farkında" diye düşünüyorum. Federer ve Djokovic'e baktığımda da aynı şeyler kafamdan geçiyor. Ama iş kendime geldiğinde, insanların beni onlarla aynı kefeye koyduğunu mantıken bilsem de, şüphelenmeye başlıyorum. Yeni bir yıla, yeni bir sezona başlamanın arifesindeyim ama bir tane bile turnuva kazanabilecek miyim, gerçekten bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Avustralya'ya gittiğimde, turnuvanın yine çok çetin geçeceğini, kazanmanın çok zor olacağını düşünüyor olacağım. Maç saati gelip korta çıktığımda ise durum değişecek. Üst seviyede rekabet etmek için hazır hissedeceğim. Maksimum baskı altında kaldığım anlarda doğru reaksiyonu vereceğim. Bunu biliyorum. Ama sadece karşımdaki oyuncudan daha iyi olduğum için kazanabileceğimi asla düşünmedim, düşünmem. Asla böyle bir şey hissetmedim."

Nadal, bu sözlerinde samimi. Daha önce 2011'de uzun uzun sohbet ettiğimizde de (bu kadar kararlı cümleler kurmamış olsa da) benzer şeyler söylemişti. İnsanların düşündüğü kadar iyi olmadığına inandığı, her halinden belli oluyor. Ve bu düşünce, çok da işine yarıyor: Amcası Toni'yle bir filenin iki yanına geçip topa vurmaya başladıkları günden bu yana, kortun karşısındaki rakibinden daha iyi olduğunu reddetmesi olarak özetlenebilecek bu felsefe; kariyeri boyunca çıktığı 10 maçtan dokuzunu kazanmasını sağladı. Kort ya da salon fark etmeksizin, profesyonel tenis dünyasındaki her oyuncudan daha sert antrenmanlar yapmasının sebebi de bu. Boş stadyumlarda oynadığı antrenman maçlarını izlerken, Rafa'nın babasıyla yan yana uzun saatler geçirdim. Babası, her antrenmanda oğlu sanki Wimbledon finaline çıkacakmış gibi bir tedirginlikle sessiz olmam için beni uyarır; Rafa bizi çene çalarken yakalarsa o meşhur bakışlarını üstümüze çevirirdi. Tenis, Rafa için gerçekten ciddi bir iş.



Ondaki bu rehavet yoksunluğu, mizacından kaynaklanıyor denebilir ama yetiştirilme biçiminin etkisini de göz ardı etmek olmaz. Nadal'ın maç sonrası konuşmalarında ailesine teşekkür edip zaferlerinde sahip oldukları büyük katkı için şükranlarını sunarken söylediği o rutin gözüken sözler, gerçekten içten geliyor ve emin olduğu bir tek şey var: Birbirine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ailesi yanında olmasa, bugün bulunduğu noktaya çıkması mümkün olmazdı. Nadal ailesinin tamamı (kısa bir zaman önce başka evlere dağılsalar da) hatırı sayılır bir süre Manacor şehir meydanındaki kiliseye bakan bir apartmanda hep beraber yaşamış. (Tesadüfe bakın ki, Nadal ailesinin yarısı bulunduğumuz teknede bizimle beraber.) 

Torunuyla adaş eski bir müzisyen olan Büyükbaba Nadal, eşiyle beraber o apartmanın zemin katında oturuyordu. Bir üst katta ise başarılı bir işadamı olan büyük oğlu Sebastian, onun mobilya imalatıyla uğraşan bir aileden gelen eşi Ana Maria Parera ve iki çocuğu Rafa ile Maribel... Diğer dairelerde de Büyükbaba Rafael'in diğer üç oğlu ve bir kızı: Hepsi eşleri ve çocuklarıyla beraber tek bir apartmanda.

Ailedeki herkes, kortların mütevazı katilinin yetiştirilmesi konusunda en büyük payın Toni Amca'ya ait olduğunu söylüyor ama Rafa, ebeveynleri ve kız kardeşinin de en az onun kadar teşekkürü hak ettiğini belirtiyor.  Korttaki başarısının bir sporcu olarak yaptığı antrenmanların yanı sıra, bir insan olarak öğrendiği değerlerle de ilgili olduğunu vurguluyor. Ancak her rakibinin tedirginlikle karışık bir saygıyı hak ettiğini, kazandıklarıyla hiçbir zaman yetinmemesi gerektiğini ona öğreten de Toni olmuş. Henüz çocuk yaştaki Rafa, İspanya 12 yaş altı şampiyonasını kazandığı akşam, ailesiyle şampiyonluğunu kutladığı sırada; Toni turnuvanın ondan önceki 25 şampiyonunun ismini okumaya başlayıp ortamın havasını tamamen değiştirmiş. Ardından yeğenine dönüp sormuş: "Bunlardan kaçının ismini duydun? Kaçı teniste başarılı olabildi?" Rafa sadece iki ya da üçünün ismini duyduğunu söylemiş. Toni memnuniyetle başını sallayıp cevaplamış: "İşte şimdi anlaştık."

Nadal'ın Güney Afrika'dan, ülkesine küçükler dünya şampiyonu olarak döndüğü başka bir gün, halası kendi evinde onun için bir parti hazırlığı yapıyormuş. Her tarafı bayraklarla, balonlarla süslemiş. Toni parti planlarını öğrendiği gibi soluğu kız kardeşinin evinde alıp bayrakları yırtmış ve partiyi iptal etmiş. Aynı akşam, uçaktan yeni inen yeğenine yarın sabah sekizde antrenman için hazır olması için haber göndermiş.

*


Dünyanın neresinde olursa olsun her gün bir defa telefonda konuştuğu annesi, babası ve kardeşi; zaman zaman Toni'nin bu sert tutumunu tasvip etmemişler (örneğin, küçük Rafa sıcak bir günde oynadığı maçlara suluğunu getirmeyi unutursa, amcası başka bir yerden su almasına asla izin vermezmiş). Ama kariyer basamaklarını çok erken ve hızlı tırmanan Rafa'nın şöhrete kapılmasına engel olmak için onlar da acımasız önlemler almaktan çekinmemişler. 2008 yılında 22 yaşındayken Wimbledon'ı kazanmasının ardından kendisine bir Aston Martin almak isteyen genç tenisçi, babası ve kız kardeşinin itirazlarıyla karşı karşıya kaldı ve ne kardeşi ne de babası o itirazlarından sonra arabanın yakınında bile görülmedi. Mallorca'lılar (ve özellikle Nadal ailesi) için insanın kendini geride planda tutması; çok, çok önemli bir özellik.

Genç tenisçinin kafasını karıştırabilecek bir başka şey de kadınlar olabilirdi. Ama Nadal dokuz yıldır beraber olduğu, kendisi gibi Manacor'lu Maria Francisca Perello'ya sadakatini her zaman korudu. Köklerine ne kadar bağlı olduğunu gösteren bir başka tercihi de, diğer milyoner sporcuların aksine, İspanyol vergi kurumlarından kaçmak için Monaco'ya taşınmayı aklının ucundan bile geçirmemesi. Ve bu "köklere bağlılık" meselesi, sadece bugünlerde memleketinde yaşaması ya da ömrünün sonuna kadar orada kalacak olmasıyla ilgili bir şey değil: Rafa doğduğu evden 10 dakika uzakta bir mevkiden aldığı, deniz manzaralı villasında ailesiyle beraber yaşamayı sürdürüyor. Şöhret ve servet, bu adamı yiyip bitirmeyi başaramıyor.

Bir keresinde bana şöyle demişti: "Bu süreçte öğrendiğim en önemli şey, Rafa ile Rafael'i birbirinden ayırmak oldu. Rafa ünlü bir tenis oyuncusu; Rafael ise ailemin bana hitap etme şekli, gerçek kişiliğim: Rafael bambaşka bir mesleğe ve hayata sahip olsa bile, tamamen aynı insan olurdu."

Rafa'nın kişiliğindeki çarpıcı ikilik, kortta homurdanıp her puan için epik bir savaş veren tenis gladyatörüyle kort dışındaki düşünceli ve nazik kişilik arasında da rahatlıkla görülüyor. Onunla ilgili asıl ilginç (ve tenis seyircisinin büyük çoğunluğunun kalbini çalmasına sebep olan) detay, karizmasının önemli bir kısmının bir "underdog şampiyon" olmasından kaynaklanması: Haşmetli Federer'in, havalı Djokovic'in ya da sıralamanın 100'lü basamaklarında dolaşan bir oyuncunun karşısında olması fark etmiyor. O, kitlelerin gözünde her zaman kazanmak için mücadele eden, zaferini mağlubiyet denen canavarın keskin dişlerinden kaçırmak için koşturan bir sokak çocuğu olarak kalacak. 

Ama o, en zorlu kavgaları korttaki rakipleri karşısında değil; kendi içindeki düşmanla didişirken veriyor: Tenis takipçileri, Rafa'nın kariyerinin bir sakatlık yüzünden yarıda kesilip kesilmeyeceği sorusuna pek çok kez bir yanıt aramak zorunda kaldılar ve hâlâ ortada kesin bir sonuç yok. Kendisi de bu sorunun cevabını merak ediyor. Geçen yılki başarılarının ona bu kadar keyif vermesinin sebeplerinden biri de, tüm bu sakatlıklara rağmen, hâlâ yüksek seviyede kalmayı başarmış olması.

"İnsanlar daha agresif oynadığımı, artık çizgiye daha yakın durduğumu, enerjimi daha iyi kullandığımı, eskiye kıyasla daha akıllıca oynamaya çalıştığımı söylüyor" diyor tekne Millennium Köprüsü'ne yaklaşırken. "Bundan hoşlanmıyorum. Benim için mesele bu değil. Geçen yılki başarılarım, daha çok zihinseldi. Yeniden en yüksek seviyede rekabet edebileceğimi kanıtlamak istiyordum. Beni motive eden şey, bu mücadeleydi. Benim için bir onur meselesi, kişisel bir savaştı bu. Bu yılın başında Indian Wells'i kazandıktan sonra iki gün boyunca topalladım. Bu yıl oynadığım her maça iltihap ilaçları içerek çıktım. Vücudumun sınırlarına rağmen olabileceğimi bildiğim oyuncu olarak kalmak istiyorsam, başka bir seçeneğim yok. Ve kendime karşı sürdürdüğüm bu bitmeyen muharebe, beni diğer bütün faktörler kadar motive ediyor."



Ona karşı oynamış pek az oyuncu, bu sözleri duyunca şaşırırdı. Tenis dünyası, Nadal'ı diğer oyunculardan ayıran şeyin özellikle kritik puanlarda açıkça görülebilen o coşkun tavrındaki zihinsel kuvvet olduğu konusunda hemfikir. Kendisine özgü bir güç ve spinle vurduğu bir topspin forehand'e sahip, ancak ne servisi ne backhand'i ne de file oyunu pek öyle özel sayılmaz. Tenise yalnızca teknik bir gözle baktığınız zaman, Federer ve Djokovic'in oyunu (kendisinin de daha önce söylediği gibi) onunkine kıyasla eksiksiz sayılır. Ancak çoğu zaman konsantrasyonu ve enerjisi daha yüksek. Doğal bir ustalıkla yapamadığı şeyleri, dikkati ve kazanma arzusuyla telafi ediyor.

Nadal konuşmamız sırasında bu yıl kendisi gibi sakatlıklardan çok çeken Britanyalı Andy Murray'nin de çağımızın büyük oyuncuları arasında sayılması gerektiğini söylüyor. Bu dört oyuncu, oynanan son 40 grand slam'in 37'sini kazanmış durumda. "Böyle bir dörtlünün; sporun tarihinde böylesine ayrıcalıklı bir yeri olan bir grubun parçası olabildiğim için çok şanslı hissediyorum. Aramızda muhteşem bir rekabet var ve bu rekabet, tenis için de çok yararlı. Bir sporu büyüten yıldızlardır ve yıldızlar ancak uzun yıllar istikrarlı olup kalıcı bir gelenek, büyük bir rekabet oluşturup; büyük maçlar oynayıp insanlar için o sporun ötesinde manası olan oyunlar sergileyebilirlerse yıldız olabilirler."

Tenis sürüsünün liderleri arasında olmadığı bir gün gelirse, emekli olmayı düşünür mü peki? Yoksa, nadiren çeyrek finalin ötesini görebilen ikinci sınıf bir oyuncu olma düşüncesini kabullenir mi? "Bu sorunun cevabını mutlu olup olmamam belirleyecek" diye süratle yanıtlıyor. "Eskisi kadar rekabetçi olamadığım halde, durumu kabullenip hâlâ oyundan keyif alırsam, sorun yok. Ama bunu fark etmek sırtıma bir yük gibi gelirse, durum farklı olacaktır. Şu anda bu sorunun yanıtını da, önümüzdeki yıllarda fiziksel olarak nasıl olacağımı da bilmiyorum. Eğer her gün benim için ayrı bir ızdırap olur, ağrılarım çok artarsa; yolun sonu gelmiş demektir. Şu an bir şey söyleyemem."

Teknemiz gecenin birinde London Eye yakınlarında bir noktaya demir atarken son bir soru soruyorum: Federer'in inanılmaz 17 grand slam'lik rekoruna yaklaşmışken; o unvanı ele geçirmek, o rekorun yeni sahibi olmak onun için ne kadar önemli?

Biraz utangaç bir gülümsemeyle "Bunu pek düşünmüyorum" diyor. "Ama önemli mi, değil mi diye soruyorsanız? Tabii ki önemli! Ama bugün bunu düşünmüyorum. Bugünlerde düşündüğüm tek şey, Avustralya Açık'a hazır olmak. Hayatımda hiç 13 grand slam kazanma hedefim olmadı. Ama şu an kazanmış durumdayım. Gelecekte ne olacak, göreceğiz. Hiçbir zaman bir rekor kırma hayali de kurmadım ama bugünkü durum ortada. Daha ne kadar ileri gidebileceğimizi, hep birlikte göreceğiz."


Yazı: John Carlin

9 Şubat 2015 Pazartesi

One response to Rafael Nadal

  1. Milky Way says:

    cok guzel ceviri ya. cok tesekkurler.

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler