Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Fransa Turu'na Nasıl Hazırlandım?

Birazdan okuyacağınız yazı, ilk olarak 29 Haziran 2014 tarihinde Esquire'da yayınlanmıştır.
İçimdeki suçluluk duygusu huzursuz ediyor. Dün çektiğim ziyafet yüzünden karnım hala tok. Pencereyle odanın karanlığı arasındaki boşluktan sızan gün ışığı, gözlerimi kamaştırıyor; aniden içeri giren aydınlığın alacakaranlığına alışmaya çalışıyorum.

Yatağımın başında duran saatin tik-takları gürültüye devam ediyor. Sıkkın sıkkın bacaklarıma bakıyorum. Fırça misali tüyler çıkmaya başlamış. Cildimi kahverengi ve beyaz olarak ikiye bölen mayo izleri yavaş yavaş kayboluyor. Kağıt gibi düz ve sıkı cildimin altında duran belirgin kaslarımın yerinde yara ve bronzlaşma izleri var. Damar ırmaklarıyla dolu bacaklarım, bir aydır bisiklet üzerine çıkmadığım için genleşip kalınlaşmış, adeta hamura dönmüş. Artık kendimi bir bisiklet yarışçısı gibi hissetmiyorum.

Takımımın ilk antrenman kampı başlamadan önce, beş hafta vaktim var. Gözlerimi kapadığımda sekiz ay sonra içinde bulunacağım o manzaraları görüyorum: Dağlarda bir peloton, rengarenk mayolar, Champs-Elysees. Bu görüntülerin hiçbiri benim için yeni değil. Çocuk yaştan beri bunlarla motive oluyor, antrenman yapıyor, kendimi geliştiriyorum.

Her zaman bir hedefim vardı. Hayatımdaki her şeyi o hedefe göre belirledim: Bisiklet üstünde kendimi ne kadar zorlayacağıma ona göre karar verdim. Yediklerimi ona göre seçtim. Çocuklarımla futbol oynadığım ya da uyuduğum saatleri ona göre ayarladım. Çünkü bu spor bunu gerektiriyordu. Şimdi tekrar bisikletime binmemin ve verdiğim dört haftalık kısa arada neler kaybettiğimi öğrenmemin vakti gelmişti.

Verdiğim ara sayesinde fiziksel ve mental açıdan rahatlamıştım. Kendimi yenilenmiş hissediyordum.

Bisiklete bineceğim diye, bir çocuk gibi heyecanlıydım.

*

Biz bisikletçiler bu bir aylık arada çoğunlukla aynı şeyleri yaparız: Günlerimizi normal insanların yapmaktan hoşlandığını düşündüğümüz şeylerle doldururuz. Bisiklet kullanmadan bir yerlere gider, plajda uzanır, yarışlarla dolu takvim yüzünden ihmal ettiğimiz aile ve arkadaşlarımızla vakit geçirir, bir bisikletçiye yasaklı ne varsa yiyip içer, rahatlamaya ve enerji toplamaya çalışırız. Birçok meslektaşımın evlilik yıl dönümü, yarışların yapılmadığı bu kısacık araya rastlar. Her an bir yarış için göreve çağırılabilirmişiz gibi hazır ve tetikte olmadığımız tek dönemdir bu.

İki sezon arasındaki bu boşluk, günlerimizi dolu dolu geçirme ve her anın keyfini çıkarma telaşı içinde geçip gider. Ardından, o malum rutin tekrar başlar. Ama bisikletten uzakta geçirdiğimiz o günlerde bile, başlayacak sezonun ayak sesleri rahat vermez. Tatil çabucak biter. Kendimizi araya fazla kaptırırsak; tekrar forma girmek çok daha yavaş, çok daha eziyetli olur.

Verilen o arada, zihnimizdekiler de değişir: Geçtiğimiz sezonun hedeflerini arkada bırakır, gelecek sezon için yeni hedefler ve yeni bir vizyon belirleriz. İstirahat günleri son bulduğunda kondisyon seviyemiz en düşük seviyesine inse de enerji seviyemiz (tıpkı kilomuz gibi) oldukça yükseğe çıkar. O ara sayesinde nihayet yorgunluktan ve hastalık hissinden kurtulur, sağlıklı hissetmeye başlarız.

Vücudumuz sezon sırasında bir Formula 1 aracı misali tek bir şeye, olabildiğince hızlı gitmeye odaklanır. Antrenman ve yarışların zorlu temposunda hırpalanıp yoğrulduğumuz için, bisikletten indiğimiz anda hassas ve zayıf oluruz. Sakatlıklara karşı dayanıklılığımız da, hastalıklara karşı bağışıklığımız da düşüktür. Sportif direktörlerimden biri bana bir keresinde şöyle demişti:  “Un homme en forme est un homme en malade.” Daha anlaşılır kelimelerle anlatacak olursak, şöyle: Formunun zirvesindeki bir bisikletçi, aslında hasta bir adamdır. Belki gerçeğin ta kendisi değil ama oldukça yakın. Formda bir bisikletçi, uçurumun eşiğindedir.

*

İstirahat döneminin sonunda antrenörüm ve direktörümle buluşuyor, hedeflerimizi belirleyip netleştiriyoruz. Sezonun sonunda ulaşmak istediğimiz bu hedeflere göre formumu adım adım yükseltecek geriye doğru programlanmış bir antreman takvimiyle, çalışma ve dinlenme döngüleri oluşturuyor ama hepsinden önce, tüm bunların temeli olacak bir hazırlık aşamasıyla işe başlıyoruz.

Her zamanki gibi antrenman programımı bilgisayarıma kaydediyorum.



Çalışmalar 1 Kasım’da başlıyor. O günden, formumun zirvesine ulaşacağım ana kadar her adım özenle planlanmış. Antrenmanlar bölümlere ayrılmış: Her çalışmanın süresi diğerine göre ayarlanmış, zorluğu belirlenmiş; sele üzerinde geçireceğim saatlerden pedal çevireceğim rotalara kadar her şey düşünülmüş. Örneğin: “16 Aralık günü, altı saat bisiklet sürecek ve üç kere inişli çıkışlı bir tempoyla (3 dakika 350 watt/50-60 rpm, 1 dakika 320 watt/80-90 rpm) 30 dakika boyunca yokuş çıkacağım.”

Hazırlıkların ilk ayında çalışmaların zorluk derecesi, detaylı biçimde tanımlanmış olmayacak. Bunun yerine bisiklet tepesinde saatler harcayacak ve deli gibi pedal çevireceğim. Bir ev yapar gibi, önce sağlam bir temel kurulacak. Bu sayede vücudum antrenmanın günlük temposuna ve gün geçtikçe uzayacak çalışmalara yeniden adapte olacak. Fiziksel sınırlarımı zorlamadan önce vücudumun dirençli olduğundan emin olmak zorundayım.

Sonbaharın son günleri bitip kışın ilk günleri yaklaşırken vücudum fazla kilolarından kurtulup güçleniyor, şartlara uyum sağlıyor. Pedal çeviriyor, ağırlık kaldırıyor; plank, tek bacak üstünde squat gibi egzersizlerle karın kaslarımızı güçlendirmeye uğraşıyorum. Ocak ayında yarışlar başlayana dek, işler böyle sürüp gidecek.

Böylece, güç ve dayanıklılık açısından sağlam bir temel kuruluyor. Bu dönem özenli çalışırsam, 10 aylık yarış sezonunu kaldıracak kadar dirençli olacağım.

Vücudun antrenman temposuna uyum sağlaması çok zaman almayacak olsa da ilk çalışmalarda kendimi şişmiş ve miskin hissediyorum. Zorlukla pedal çeviriyor gibiyim. Ara vermeden önce hissettiğim o kuvvetli akıcılık yok. İkiyle altı saat arası bisiklet biniyor; 60, 100, 180 km yol yapıyor; haftada bir veya iki gün dinleniyorum. Daha uzun çalışmalar yaptığım günlerde 5000 kalori alıyorum.

Antrenmanlarım bloklar halinde olduğu için birkaç gün vücudumu zorluyor, bir veya iki gün dinlenip sonra tekrar tempoyu yükseltiyorum. Her blokta daha da ileri gidiyor, daha uzun mesafeleri aşıyor, bir tepeyi daha geçiyor ve tempoyu gittikçe artırıyoruz. İstikrarlı biçimde yapılan iki haftalık antrenmandan sonra belirgin bir değişim hissediliyor. Sanki bir gece önce bisikletli bir turistken, artık gerçek bir yarışçıyım. Bisiklet üstünde daha atik, akıcı ve güçlü hissediyorum. Bütün gün sürebilirim. Zihnim “Yeter” derken, bedenim daha da fazla zorluyor. Ancak kendimi fit hissetsem de yarış formumdan çok uzakta olduğumun farkındayım.

Tırmanışın zirvesinde; manzara gri kayalıklarla dolu yokuşların ötesine, Akdeniz’e doğru uzanıyor. Takım arkadaşlarım ve ben, Mallorca’da bir dağın tepesindeyiz. Sabahın parlak güneşi, önceki gece yağan karları eritmiş. Herkes kıpkırmızı. Eminim ben de öyleyimdir. Buzlu bir tarlayı sürmüş sığırlar gibi, vücudumuzdan buharlar çıkarak öylece dikiliyoruz.

Zirveye ulaşmak için tüm gücümüzle pedal çevirip hızla yol aldık. Ama her birimizin hızı önceden belirlenmişti (örneğin benimki 420 watt’tı), böylece laktat eşiğimizi yukarı çekiyor, yarış için gereken noktaya çıkmak için hazırlanıyorduk. Aç hayvanlar misali takım aracının arkasına koşup enerji barlarına ve su mataralarına hücum ettik. Bisikletçiler sonraki antrenmandan önce, saatler sürecek çalışmalara hazır olmak için kıtlıktan çıkmışçasına yemek yerler.

Bir bisikletçi antrenmanlarının dozunu sürekli olarak ayarlar ve bu dozda sürekli olarak kalmak için ne kadar çok (veya az) yakıta ihtiyacı olduğunu anlamaya çalışır. Her gün vücudumuza yenilenmeyi öğretir, yarışların amansız temposuna ayak uydurması için uğraşır dururuz. Yediğimiz proteinden karbonhidrata, sebzeden ete her şeyin miktarı önceden belirlidir.

Yediğimiz tatlılar da hafif ve sulu olur: Meyveyle yoğurt yeriz yani. Yarışçılar alınan ya da verilen her bir gramın performansı etkilediği bir sporda iyi olmak için sürekli olarak ölçmek, hesaplamak, toplamak ve çıkarmak; en yüksek forma ulaşmak için sürekli olarak zihinden matematik işlemleri yapmak zorundadır.



Sezon boyunca Tour de France ve diğer etaplı yarışlarda mücadele edebilmek için yalnızca fiziksel hazırlık da yetmez: Bisikletçi peş peşe gelen haftalar boyunca devamlı olarak olağanüstü çaba göstermeye mental olarak da hazır olmalıdır. Parkurların, yarışın sizden  beklentileri genelde insanüstüdür. Hasta veya sağlıklı, yola devam etmelisiniz. Yarış numaraları takılıp başlangıç için silah patladığında, artık dinlenmek diye bir şey yoktur. Mola verilmez, yerinize yedek bir yarışçı geçemez. Durmanız gerektiğini düşünürken bile vazgeçmeyip yarışmayı öğrenirsiniz.

Tırmanışın tepesinden upuzun, yılankavi bir yolu takip ederek aşağı iniyoruz. Bütün takım aynı hizada, aynı renk mayolar arka arkaya dizilmiş; tekerlerimiz ıslık çalıp tıkırdarken, 30 dakikada tırmanabildiğimiz yokuşu 10 dakikada uçarak iniyoruz. Artık yarışçı gibi bisiklet kullanıyor, bir takım gibi ilerliyoruz.

Antrenman kampları da bunun içindir zaten: Takım orada beraber hareket etmeye başlar ve sezonun kalanında da bu böyle sürüp gider. Aynı odalarda kalır, beraber seyahat eder, beraber yarışır, beraber kazanıp beraber kaybederiz. Bir yıl boyunca 200 gün, aynı hayatı paylaşırız. Kampla beraber, işte bu profesyonel hayatın cam fanusuna giriyoruz. Kampın son günü otelden ayrılırken, yarışmaya hazırız.

Takvimin birinci antrenman bloğunu tamamladık. Sonraki 10 ay boyunca, üzerimizde büyük bir baskı olacak: Hep bir üst seviyeye çıkmak ve kazanmak zorundayız.

*

Yarışın temposu takımdaki herkesin yüzünü keskiyle yontmuş gibi. Takım arkadaşlarımın suratı tozla kaplı ve önceki sabaha kıyasla çok daha zayıf görünüyorlar.

Takvimler, Haziran ortasını gösteriyor. 10 günlük bir etaplı yarışın, İsviçre Turu’nun sonuna gelmişiz. Hepsinin gözleri kan çanağına dönmüş. Bacakları kastan ve kas kirişlerinden yapılmış birer sopa. Çılgınlar gibi kan pompalayan damarlar yol haritası misali bir rota çiziyor. Parke taşları üzerinde ve yokuşları tırmanırken bisiklet gidonunu ehlileştiren bilekleri, bir oğlan çocuğununki gibi incecik.

Bisikletin üzerindeyken ise uçuyorlardı. Hepimiz uçuyorduk. Bu seviyeye çıkabilmek için aylarca çalıştık. Bunun için bir inziva hayatı yaşadık ve şimdi de ektiklerimizi biçiyoruz. Formumuzun zirvesindeyiz. Kaybetmekle kazanmak arasındaki çizgi kıldan ince. Aşırı antrenman yaparsak, biraz fazla dinlenirsek, kötü beslenip küçük bir kaza yapacak olursak; her şey boşa gidecek. İşe en baştan başlamak zorunda kalacağız.

Formumuzun zirvesindeyken, adeta havada süzülürüz. Yokuşları bütün yıl tırmandığımızdan daha hızlı tırmanır, var gücümüzle yukarı çıkarız. Kontrolü bir an olsun kaybetmeden, bir ay önce, iki gün dahi devam ettiremeyeceğiz bir ritm tuttururuz. Tempodaki değişikliklere hemen ayak uydururuz. Kaslarımız ve ciğerlerimiz, planlı antrenman ve yarış temposu sayesinde dönüşümlere hazırdır artık. Düz yollarda durmadan güç üretebilir, bir saatten fazla süre  45, 50, hatta 60 km hızla tempo yapabiliriz.

*

Yatağıma uzanmış, tavana bakıyorum. Formda ve hazır olduğumun farkındayım ama yarışın değişkenleriyle boğuşuyorum. O değişkenler, hiçbir zaman kontrol edemediğimiz bilinmeyenlerdir: Kötü bir kaza, bir hastalık veya teknik bir aksaklık. Bunlar bir bisikletçinin kabusudur. İnşa etmek için altı ay uğraşılan bir şeyi, bir anda mahvederler. Seyircilerin içindeki heyecanı ateşler, merakı cezbederler. Yarışçılaraysa merhamet göstermez, acı verirler.

Ama her parça yerine oturduğunda, aylar süren çalışma mutlu sonla biter: Uçarcasına zafere doğru süzülür, o görkemli anların tadını çıkarırız.


Yazı: Michael Barry

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler