Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Jordan'ın Anı

Birazdan okuyacağınız yazı, ilk olarak 21 Aralık 1998'de The New Yorker'da yayınlanmıştır.

Bulls’un maçlarını oynadığı Chicago’nun ıssız mahallesi West Side’da bugünlerde yaprak kıpırdamıyor. Işıl ışıl parıldayan yeni arenaları United Center sanki ay yüzeyi gibi sessiz. Uzun milyonerlerle kısa milyonerler veya milyarderlerle milyonerler arasında çıkan bir problem sözleriyle tanımlanan, basketbolcularla takım sahipleri arasındaki anlaşmazlık yüzünden, işveren kısalar lokavt kararı aldı. Bu sebepten Noel öncesi oynanması gereken 12 maç iptal edildi. Bu kış 52’nci sezonuna başlayan NBA, baş döndürücü başarısının kurbanı olmuş durumda. Öyle ki son 20 yılda NBA oyuncularının maaşları yüzde 250 arttı. Lokavtın başlamasına sebep olan olay da yaklaşık bir yıl önce, Minnesota Timberwolves’un genç ve yetenekli forvet Kevin Garnett’in sözleşmesini 126 milyon dolar karşılığında yedi yıllığına uzatmasıyla yaşanmıştı. Anlaşmanın sorumlusu, Celtic efsanesi ve Timberwolves genel menajeri Kevin McHale ligin gidişatından ve kendisinin bu gidişattaki payından hiç memnun değildi: “Altın yumurtlayan bir tavuk bulduk, boğazına çöktükçe çöküyoruz.”
Son 10 yıldır ülkenin en iyi basketbol takımına ev sahipliği yapan Chicago’da, salonun sessizliği diğer şehirlere kıyasla çok daha acı verici. Burada en son basketbol oynandığında Michael Jordan liderliğindeki Bulls, altıncı NBA şampiyonluğunu kazanmak için Utah Jazz’a karşı finalde mücadele ediyordu.  Dünyanın dört bir yanındaki basketbol tutkunları için bu unutulmaz seri, 1998 yılının hatırlamaya (ve hatırladıkça üzülmeye) değer tek olayı olarak akıllarda kaldı.

Pek çoklarının Amerikan sporlarındaki en dominant sporcu olarak gördüğü Michael Jordan artık 35 yaşındaydı ve takımıyla Salt Lake City’ye gidiyordu. Kariyerinin sonuna doğru yaklaşırken her zamankinden çok daha komple bir oyuncuya dönüşmüştü. Vücudunun saf fiziksel gücüyle yapamadığı şeyleri basketbol ve rakipleri hakkındaki kurnaz bilgeliğiyle telafi ediyor, enerjisini asla boşa harcamıyordu. Oyununda yepyeni bir nitelik, deyim yerindeyse bir “soğukluk” görülüyordu. 1995’te, bir buçuk yıllık beysbol macerasını sona erdirip basketbola dönme kararı almış, o yazı “Space Jam” filminin çekimlerine ayırmasına rağmen prodüksiyon şirketinden her gün basketbol oynayabileceği bir saha yapılmasını talep etmişti. Warner’a uğrayan eski arkadaşları, repertuarının ufak bir parçası sayılabilecek bir şut üzerinde deliler gibi çalışarak, o şutu imza atışı halini getirmeye uğraştığını fark ettiler. Topu şöyle bir kavrıyor, potaya gider gibi yapıp son anda sıçradıktan sonra hafifçe geri düşüyor ve bu sayede savunma oyuncusundan bir anlığına kurtulmasını sağlayan mükemmel bir boşluk yaratıyordu. Bu şut, sıçrama kabiliyeti ve potaya gitme tehdidinin de yardımıyla resmen durdurulamaz bir silaha dönüşüyordu. Dahası, zaman içinde vücudu hırpalanıp yorulan çok zeki bir oyuncunun değişikliklere adapte olma çabasını ve kariyerinin yeni safhasını simgeliyordu. Profesyonel basketbol dünyası artık Jordan’ın diğer yüzünü, kariyerinin ilk döneminde eşsiz fiziksel yeteneğinin ve parkedeki sanatkarlığının maskelediği yalnızca başarılı olmakla doymayan hakim olma tutkusunu görüyordu. Eski koçu Doug Collins şöyle diyordu: “Kalbinizi söküp almak, sonra da size göstermek istiyor.” Boston Globe’un usta basketbol yazarı bir benzetmeyle açıklıyordu: “O, Hannibal Lecter.” Bir muhabir, Bulls pivotu Luc Longley’den Jordan’ı tek bir kelimeyle tanımlamasını istediğinde şu cevabı alıyordu: “Yırtıcı.”

Bulls’un sahibi Jerry Reinsdorf da bir seferinde Jordan’a şöyle demişti: “Seni en çok benzettiğim sporcu Jake LaMotta.” Reinsdorf geçmişte kalmış bir dönemin korkusuz orta sıklet boksöründen bahsediyordu: “Çünkü seni durdurmanın tek yolu, öldürmek.”

Jordan bu benzetmeye şöyle yanıt verdi: “Jake LaMotta da kimmiş?”

*


Geçtiğimiz sene, 1997 NBA finalleri için Utah’tayız. Beşinci maçın oynanacağı günün sabahı. Jordan fena halde hastalanmış. Oynaması mümkün gözükmüyor. (Rakım yüzünden mi yoksa yediği yemek yüzünden mi hastalandığını bugün bile kimse bilmiyor.)  Saatler sabah 8’i gösterirken Jordan’ın yakın çevresinden bir koruması, Bulls’un masörü Chip Schaefer’ı aradı. Hemen Jordan’ın odasına koşan Schaefer, takımın yıldızını cenin pozisyonunda kıvrılmış, ateşi termostatın tavanına vurmuş olmasına rağmen battaniyeler içinde yatarken buldu: Dünyanın en iyi basketbolcusu zayıf düşmüş, adeta küçük bir zombiye dönmüştü.

Schaefer, Jordan’a hemen bir serum bağlayıp ilaç verdi ve o sabah istediği kadar istirahat etmesini söyledi. Jordan’ın hastalığıyla ilgili haberlerin kısa sürede Delta Center’daki gazetecilerin kulağına gitmesiyle, akla ilk gelen şey maça çıkmayacağı düşüncesi oldu. Ancak aralarından biri bu düşünceye pek ihtimal vermiyordu: Los Angeles Lakers formasıyla muhteşem bir basketbol kariyeri geçirdikten sonra Fox için çalışmaya başlayan James Worthy, North Carolina’da Jordan’la yan yana oynamış; profesyonel basketbolda da rakibi olmuştu. Worthy, Michael’ın bir sporcu olarak dürtülerini, daha da önemlisi, motive olma biçimini iyi biliyordu. 39 derece ateşinin olduğu haberleri ortalarda dolanmaya başladığı zaman, diğer Fox muhabirlerine Jordan için ateşin hiçbir anlam öneminin olmayacağını söylemişti: “Oynayacaktır. Neleri yapıp neleri yapamayacağını hesap eder, güçsüz olduğu alanlarda enerjisini saklayıp büyük bir maç çıkarır.”

Jordan’ın takım arkadaşları maçtan önce soyunma odasında gördükleri manzara karşısında dehşete düştüler: Normalde oldukça kara bir renkte olan Michael’ın teni beyazla gri arasında bir tona dönüp solmuştu. Işık saçan gözleri ölü gibi bakıyordu.

Salondaki Utah’lı taraftarlar, başta Jordan’ın nasıl olup da parkeye çıkabildiğini bile anlayamadı. Ama dakikalar geçtikçe olayın heyecanına kapılıp gittiler. İzledikleri şey yalnızca basketbol olmanın ötesine geçmiş, tamamen başka türlü bir mücadele halini almıştı. İkinci çeyreğin başında Utah 36-20 öndeyken, Jordan akıl almaz bir seviyede oynamaya başladı. İlk yarıda tek başına 21 sayı üretip devre biterken takımının farkı 4 sayıya indirmesini sağladı. Bulls ikinci yarıda da aranın açılmasına izin vermedi. Maçın bitimine 46 saniye kala, Utah bir sayıyla öndeydi ve potaya giden Jordan’a faul yaptılar. Maçın spikeri Marv Albert şöyle diyordu: “Michael Jordan’ın beden diline dikkat edin. Sanki zorlukla ayakta duruyor gibi.” Jordan önce ilk serbest atışı sayıya çevirip skoru eşitledi, ardından da kaçırdığı ikinci atışın (nasıl olduysa) ribaundunu almayı başardı. Maçın bitimine 25 saniye kala, Jazz açıklanamaz biçimde MJ’i bomboş bırakınca bir de üçlük atıp Bulls’u 88-85 öne geçirdi ve 90-88’lik galibiyete giden kapıyı açtı. Maçı 38 sayıyla bitirirken, bunların 15’ini son çeyrekte kaydetmişti.

*


Jordan 1997-98 sezonu boyunca finalde tekrar Utah Jazz’la karşılaşmayı arzulamıştı. Bu arzunun altında yatan sebepse 1997 finallerinden sonra pek çok insanın ev sahibi avantajı ellerinde olsa Jazz’ın şampiyonluğu kazanacağını iddia etmesiydi. Jordan, bunu söyleyen herkese, gerçek savaşçıların deplasmanda da kolaylıkla şampiyon olabileceğini ve her ne kadar yeteneğine hayranlık duysa ve harika bir oyuncu olduğunu kabul etse de Karl Malone’la aralarında belirgin bir fark olduğunu göstermek istiyordu.

Utah, daha yetenekli rakiplerinin aksine önemli bir maç sırasında neredeyse asla zihinsel duraklamalara girip hatalar yapmıyor ve ligin en gürültücü taraftarlarına ev sahipliği yapan Delta Center yakın geçen bir maç sırasında deplasman takımı için bambaşka bir atmosfere bürünüyordu. Jazz, Batı Finali’nde dev Shaquille O’Neal önderliğindeki genç ve yetenekli Lakers’la karşılaşmış, aradaki belirgin atletizm farkına rağmen rakibini dört maçta süpürüp Los Angeles kadrosunu şaşkına çevirmişti. Lakers’ın oyun kurucusu Nick Van Exel yenilginin ardından oynadıkları seriyi şöyle anlatıyordu: “Sanki sokak basketbolcularıyla gerçek bir takım karşılaştı. Sokak oyuncuları her zaman havalı paslar atmaya, gösterişli basketler bulup smaçlar yapmaya çalışırken; Jazz yalnızca ikili oyunlara ve küçük detaylara odaklıydı. Hakemlerin ters düdüklerine takılmadılar, birbirlerine düşmediler, şikayet etmediler. Bir takım olarak ayakta kalıp her zaman işlerine odaklandılar.”

Utah akıllıca yönetilen iyi bir kenar yönetimine sahip bir takımdı ve oyuncuları maç sonlarında asla şaşkınlığa düşmüyor gibiydi. Ligdeki hiçbir takım onlar kadar disiplinli hücum edemiyor, özellikle de John Stockton’la Karl Malone arasındaki oyunların seviyesine kimse çıkamıyordu. Ancak Chicago’nun teknik ekibi Utah’ın güçlü tarafının kendine özgü bir zayıflığı olduğunu düşünüyordu: Jazz çok tahmin edilebilir bir takımdı. Normal sezon boyunca sıradan takımlara karşı her gece işleyen güçlü bir plan, harika savunmacılara karşı oynanan uzun bir seride onları yarı yolda bırakabilirdi. Rakip, düzene dayanan o hücumu bir anlığına işlemez hale getirdiğinde, o müthiş disiplinin bedeli yaratıcılık anlamında (yani doğaçlama yeteneğinde) oluşan bir boşluk olabilirdi.

Bu bahsettiğimiz boşluk, Jordan’la Malone arasındaki fark olarak da görülebilir. Her ikisi de lige geldikten sonra büyük gelişme kaydetti ve takımlarını her akşam taşımayı başaran oyunculara dönüştüler. Ama Jordan’ın kendi şutunu yaratma ve dolayısıyla büyük maçlarda, oyunun iki tarafında da savunma baskısı fazlasıyla artmışken parkeyi domine etme becerisi Malone’unkine kıyasla çok daha büyük bir gelişme göstermişti. Malone geçen yıllar içerisinde sadece şutunu değil, ikili sıkıştırma geldiğinde pas vererek kurtulma becerisini de yükseltmişti. Yine de uzun oyuncuların çoğu gibi, doğaçlama becerisi Jordan’la karşılaştırılamaz, şutunu bulmak için Stockton gibi takım arkadaşlarına bağımlı olduğu gerçeği tartışma götürmezdi. Chicago’nun antrenörleri ve Jordan, Bulls’un sert geçen bir maçın dördüncü çeyreğinde Karl Malone’u durdurabileceğini düşünüyordu. Diğer yanda, Utah MJ’in muhteşem yaratıcılığına asla çare bulamazdı.

Ayrıca, bu konuda altı çizilmesi gereken bir düşünce daha onlara fazlasıyla özgüven sağlamış ve onlardaki Malone algısının ligdeki pek çok otoriteden farklı olduğunu ortaya koymuştu. Chicago’nun kenar ekibi Malone’un lige bir şutör ya da skorer olarak gelmediğini, fazlasıyla çalışarak NBA’in uzunları arasında önde gelen bir şutöre dönüştüğünü, bu sayede son 10 yıldır 30 sayıya yakın bir ortalamayla oynayabildiğini düşünüyordu. Onlara göre Malone’un içinde Larry Bird, Reggie Miller veya Jordan gibi doğal bir şutörün cesareti yoktu; bu onun için aslında yabancı bir roldü. Büyük bir maçın sonunda, galibiyet tehlikedeyken bu durum önemli bir faktör olabilirdi.

*


Bulls koçu Phil Jackson, Salt Lake City’de oynanacak ilk maçı çalmayı umuyordu. Jazz önceki seriyi erken bitirince 10 günlük bir izin yapmış, biraz paslanmıştı ama Indiana Pacers’ı yedi yorucu maç sonunda geçip Doğu Konferansı şampiyonluğunu kazanan Chicago da birinci maça ağır ve yorgun çıktı. Savunmadaki kaymalarda rakibin sürekli bir adımın gerisinde kalmalarına rağmen son çeyrekte 8 sayı geriden gelip maçı uzatmaya götürdüler ama Jazz maçı aldı.

İkinci maça daha diri çıkan Bulls ise deplasmanda bir maç çalmayı başarıp Jazz’in bütün sezon kazanmak için didindiği ev sahibi avantajını kaptı. Daha da kötüsü: Seri, basketbol anlamında tam olarak Chicago kenar yönetiminin istediği gibi gidiyor, Bulls kısaları Stockton’ın hareket özgürlüğünü kısıtlayarak Malone’un yalnız kalmasını sağlıyordu. Böylece, Postacı önceki eşleşmelerin aksine etkisiz bir görüntü sergiliyordu.

Chicago’daki üçüncü maç Utah için gerçek bir felakete dönüştü.  Bulls savunmada neredeyse kusursuz bir performans sergiledi. Topları çaldılar, pas kanallarını tıkadılar ve savunmada kaymaları öyle bir çabuklukla yaptılar ki Utah’ın şutları son anda elden çıkarılan, umutsuz birer teşebbüs gibi gözüktü. Sanki Chicago’lu oyuncular, Utah’ın her hücumda ne yapmayı deneyeceğini önceden biliyormuş gibiydi. Maçın sonunda skor, 96-54’tü. Bu sonuç finaller tarihinin en farklı galibiyeti olarak kayıtlara geçti ve Utah 1954’te 24 saniye kuralı getirilmesinden bu yana bir maçta en az skor üreten takım oldu. Jazz’in koçu Jerry Sloan maç sonrası yapılan basın toplantısında elindeki istatistik kağıdını gösterirken şaşkınlığını gizleyemiyordu: “Gerçekten maçın sonucu bu mu? Ben 100-96 bittiğini sanıyordum. Kenardan 100-96 gibi gözüküyordu.”



Dördüncü maç daha başa baş bir oyunla ama yine Bulls’un galibiyetiyle, 86-82 bitti. Ama Jazz beşinci karşılaşmada geri döndü. Uzun süredir sıkışıp kalmış gibi gözüken ve basının sert eleştirilerine maruz kalan Malone müthiş bir maç çıkarıp 17/27 şut isabetiyle 39 sayı üretirken, Bulls bildik oyunundan uzaklaşmış, konsantrasyonunu kaybetmiş gibi gözüküyordu. Jackson maçın ardından yaptığı açıklamada kendi evlerinde şampiyon olmalarının, patlayacak şampanyaların ve Bulls şampiyon olunca şehirde yapılacak kutlamaların çok fazla konuşulduğunu ve bu maçın Michael Jordan’ın Bulls formasıyla oynadığı son maç olup olmadığı tartışmalarının gereğinden fazla öne çıktığını söyledi.

Michael Jordan’ın kariyerinin son dönemlerinde kendilerini Jordanolojistler olarak tanımlayan, sadece basketbolunun değil MJ’in kişiliğinin de kendileri için bir araştırma konusu olduğunu söyleyen belli başlı bazı isimler vardı. Onun gibi düşünebildiklerine, her maçın dokusuna ve ritmine yönelik inanılmaz hassas duyularıyla bağ kurabildiklerine, takımının neye ihtiyaç duyduğuna dair düşüncelerini anlayabildiklerine ve parkede kendisi için seçtiği rolü (sayı atma, pas verme veya savunma yapma gibi) görebildiklerine inanıyorlardı. Savunma seviyesini yukarı çekerek takım arkadaşlarına örnek mi olacaktı? İlk çeyreği çoğunlukla pas vererek geçirip diğer oyuncuları oyuna sokmak için mi uğraşacaktı? Yıllar içinde, çevresinde daha yeteneksiz takım arkadaşları bulunması yüzünden her şeyi tek başına yapıp bütün maç boyunca her şeyini veren genç adam olmaktan çok daha fazlasını başarmıştı. Olgun Michael Jordan, enerjisini muhafaza edip rakiplerini hırpalamayı, sonra da doğru an geldiğinde maçın hakimiyetini ele geçirmeyi seviyordu.

Şimdi, Salt Lake City’deki Jordan ise sanki eski günlere dönmüş; kariyerinin başındaki zayıf Chicago takımını ligin dibinden yukarı taşıyan,  adeta takım arkadaşlarına “Yolumdan çekilin” deyip her şeyi bir başına yapmaya karar veren Michael’ı oyuna sokmuştu. Bu maç ciddi bir sakatlıkla oynadığı için neredeyse bir basketbol kötürümü gibi gözüken  Scottie Pippen’dan fazla katkı alamayacağını biliyordu, Dennis Rodman ise bir skorer değil ribaundçuydu. Toni Kukoc son günlerde iyi oynuyordu ama her zaman problemli bir isim olmuştu. Bir zamanlar özel bir skorer olan Ron Harper, son günlerde uzman savunmacı rolünü benimsemişti ve o da yediği bir şey yüzünden hastaydı. Pivot Luc Longley ise ne kendisinin ne de beraber oynadığı takımın farkında gibi gözükmediği felaket bir playoff serisi geçiriyordu. (Bu maçta da yalnızca 14 dakika oynayıp hiç sayı atamadan dört faul yaparak maçı tamamladı.) Steve Kerr de yetenekli bir dış şutördü ama Pippen sınırlı katkı verirken Utah onu daha yakın savunarak kapatıyordu.

Daha maçın başında, Jordan’ın her şeyi tek başına yapmaya çalışacağı anlaşıldı. Pippen ilk yarının büyük bölümünü kenarda geçirdi. Jordan, Phil Jackson’ın da onayıyla, ilk yarı boyunca savunmada dinlendi. Maçın bir noktasında yardımcı koç Tex Winter, koça dönüp şöyle dedi: “Michael çok baştan savma savunma yapıyor.” Jackson rahattı: “Tex, sonuçta biraz olsun dinlenmesi lazım.” Bütün bunlar hesaba katıldığında Jazz’in Bulls’u hırpalayıp yorarak farkı açması gerekirdi ama Chicago yedek oyuncularıyla oynarken bile oyunun kopmasına izin vermedi. Jordan hücumda yükü sırtladı. Daha az savunma yapıp ribauntlara normalden az giriyordu ama ilk devrede 23 sayı atmıştı. Utah yarıyı 49-45 önde kapatsa da salondaki hiçbir taraftar böylesi zaafları olan bir Chicago karşısında bu farktan memnun değildi.



Maç sonrasında Jordan, özgüvenini hiç kaybetmediğini çünkü Jazz’in şansı varken maçı koparma şansını kullanamadığını söyleyecekti. Jordan’ın eski takım arkadaşı B.J. Armstrong maçı evinden izlerken Utah’ın şansını kullanamadığını ve maçı Michael’ın ellerine bıraktığını düşünmüştü. Armstrong ve Jordan uzun zamandır arkadaştılar ama Armstrong için onunla yan yana oynamak her zaman zor olmuştu. Jordan için basketbol oynamak diğer herkesten çok daha kolay bir işti ve çoğu zaman bu yüzden “sıradan” takım arkadaşlarına sabır göstermekte zorlanıyordu. Bu sabırsızlıklar bir gün öyle bir noktaya geldi ki Armstrong kütüphaneye gidip dâhiler hakkında birkaç kitap aldı: Okuduklarının Michael’la basketbol oynamayı kolaylaştırmasını umuyordu. Armstrong’a göre Michael’ın en güçlü yanlarından biri, oynadığı her bir maçın temposu ve ruhunu kavrama konusunda her oyuncudan daha hassas duyulara sahip olmasıydı. Birçok oyuncu ve koç maçtan sonra video kayıtlarına bakıp galibiyetin ellerinden kayıp gittiği o anı parmakla gösterebilir ama Jordan sanki o an, her şey olup biterken bunu fark edebiliyordu. Sanki bir yandan parkede oyunu oynuyor ama bir yandan da kenarda, uzaklarda bir yere oturmuş maçı analiz ediyordu. Bu yeteneği sayesinde en kritik anlarda takımını gözlemleyip ayağa kaldırabiliyor, en zayıf oldukları o özel anlarda rakip takımları perişan edebiliyordu.

Armstrong altıncı maçın ikinci yarısını izlerken, Michael’ın bu karşılaşmayı kendisine sunulmuş bir hediye gibi gördüğünü hissetti. Sonuçta, Jazz maçın başında Chicago’nun bariz eksiklerini kullanarak maçı çoktan bitirebilirdi. Ama yapamamışlardı. Durum tersi olsa Michael enerjisini yedinci maça saklamayı tercih edebilirdi. Ancak Utah altıncı maçı resmen altın tepside rakibine ikram ediyordu.

Dördüncü çeyrek başlarken, Utah üstünlüğünü hala kabul ettirememişti. Skor 66-61’di. Düşük skorlu bir maç olması Bulls’un istediği oyunun oynadığını gösteriyordu: Tempoyu düşük tutarak rakiplerinin menzillerinden çıkmasına izin vermiyorlardı. Maçın bitimine beş dakikadan az süre kala 77’de skoru eşitleyerek yavaş yavaş geri dönüşe başladılar.  Jordan’ın yorgunluğu her halinden belliydi ama sahada enerjik gözüken kimse kalmamıştı zaten. MJ üst üste birkaç şut kaçırınca Tex Winter’ı bir telaş aldı: Jackson’a dönüp “Bak, hiç iyi yükselemiyor. Bacakları tükendi” dedi.

İki dakika sonra alınan bir molada, Jackson Jordan’a şut atmayı bırakıp potaya yüklenmesini söyledi. MJ de aynı fikirdeydi: “Farkındayım. Potaya gitmeye başlayacağım. Zaten pivotlarını da oyundan çıkardılar, artık önüm açık.”

Bir kez daha, Michael Jordan’ın zamanı gelmişti. Stockton’dan aldığı pasla uzun mesafeli bir ikiliği sayıya çeviren Malone skoru 83-79’a getirdi ama Jordan sonraki hücumda hemen potaya giderek farkı ikiye indirdi. Ardından, maç saatinde 2:07 kalmışken Byron Russell’ın yaptığı faulün ardından iki serbest atış için çizgiye gitti. İki tarafın da bulduğu basketlerle maç devam ediyordu ki bu kez Stockton MJ’e bir faul yaptı. İki atışı da sayıya çeviren Jordan, 59.2 saniye kala skoru 83-83’te eşitledi.

Utah ağır ağır topu yarı sahaya getirip yavaşça hücuma başladı. Stockton topu Malone’a indirdi, Chicago hemen bir ikili sıkıştırma getirdi. Malone da bütün sahayı kesen güzel bir pasla ters tarafa açılan Stockton’a döndü. Harper bir salise geç kalınca Stockton üçlüğü gönderdi. Utah 86-83’le tekrar öne geçti. Chicago molaya giderken bitime 41.9 saniye kalmıştı. Utah seyircisi şu an için daha rahat nefes alıyordu.

*

NBC Sports’un başkanı Dick Ebersol, son dakikaları kanalının yayın aracından izliyordu. Maçın başında NBA Başkanı David Stern’ün yanında, tribünlerden maçı izliyordu ama heyecanına dayanmayıp yayın aracına gitmeye karar vermişti. Ebersol, Michael Jordan’ı çok seviyordu ve büyük yıldızın eşsiz havasının kendisine ve kanalına çok önemli kar getirdiğinin de farkındaydı. MJ sadece varlığıyla NBC’ye sekiz-dokuz milyon izleyici getiriyordu. Bu serinin şu ana kadarki reytinglerinden de memnun olmamak mümkün değildi (18.7’yle o tarihe kadarki en yüksek izlenme oranı da bu seriden çıkacaktı). Ama bu noktada Ebersol, Michael Jordan’ı değil; yedinci maçı tutuyordu ve bu da her ne kadar gönülsüz de olsa Utah’ı desteklemesi anlamına geliyordu. Muhtemel yedinci maç, NBC ve bağlı olduğu General Electric’e sadece reklamlardan gelecek 12 milyon dolar fazladan gelir demekti. Jordan’ın yıllar içinde başardıkları NBA’e çok para kazandırmıştı ama öyle müthiş bir oyuncuydu ki içinde bulunduğu hiçbir NBA Finali reyting ve reklam gelirleri anlamında piyango anlamına gelen bir yedinci maça gitmemişti.

Bitime 41.9 saniye kala Stockton, Utah’ı 3 sayı öne geçirince, Ebersol mutluluktan uçacak gibi oldu. Nihayet o yedinci maça kavuşacaktı. Araçtaki yapım ekibine şöyle dedi: “Evet, beyler... Çarşamba günü yine buradayız ve General Electric’dekiler de bu işe pek memnun olacaklar.”

Jackson ve Jordan molada nasıl bir şut kullanmaları gerektiğini konuşurken, koç oyuncusuna bacaklarındaki yorgunluğun şutunu etkilediğini hatırlattı. Jordan kendinden emindi: “İkinci bir rüzgar yelkenlerimi doldurdu.” Jackson yine de endişeliydi: “Şut atacaksan, bileğini daha iyi düşürmelisin. Bugün bileğin iyi düşmüyor.” Tex Winter, Whatthefuck adlı basit bir Chicago setinin bir varyasyonunu çizdi, aslında Jackson’ın Knicks’te oynadığı dönemde öğrendiği bir setti bu. Takım sahanın bir tarafını boşaltacak, böylece Byron Russell’la Jordan baş başa kalacaktı. Tam da çizdikleri gibi, Jordan kendi potasından topu aldı. Sağ taraftan ağır adımlarla topu rakip potaya taşırken hücum moduna geçmişti. Utah’ın ikili sıkıştırma şansı olmadığı için sağ taraftan içeri daldı ve turnikeyi yüksekten bırakıp 37 saniye kala skoru 86-85’e getirdi. Kritik bir anda gelen önemli bir basketti.

Böylece Utah’a bir hücum daha kalmış oldu. Ya basket bulmaya odaklanacaklar ya da topu Malone’a verip faul çizgisine gitmeyi umacaklardı. Stockton rahat adımlarla Bulls sahasına geldi. Zamanı iyice kullanıp süreyi biraz daha eritti ve sonunda, 24 saniyenin bitimine 11 saniye kala topu Malone’a indirdi.

Jordan’ın üniversiteden oda arkadaşı ve yakın dostu Buzz Peterson evinde eşi Jan’le altıncı maçı izliyordu. Maçın son dakikasında, Jan kocasına döndü ve “Kaybedecekler” dedi. Ama Jordan’la sayısız maça ve antrenman karşılaşmasına çıkan Peterson, 11’de biten birçok maçta Jordan’ın takımının 10-8 geride olduğu birçok an hatırlıyordu ve şunu çok iyi biliyordu: Jordan bu anlar için yaşıyordu. Takım arkadaşlarına kazanacaklarını söyleyecek, maçın kalanında da sazı eline alacaktı. Peterson eşine cevap verdi: “Çok emin olma. Michael’ın hala bir şansı daha var.” Tam bu sözün ardından Jordan potaya gidip attığı turnikeyle farkı bire indirdi. Peterson asıl kilit anın sonraki Jazz hücumunda, Bulls savunmadayken yaşanacağını hissediyordu. Utah topla karşı sahaya gelirken Peterson, Jordan’ın aklından geçenleri okuyabiliyordu: Utah topu bir basket veya iki faul atışı bulma umuduyla topu Malone’a indirecekti. Peterson North Carolina’da oynadığı maçlardan, Koç Dean Smith’in özel talimatıyla savunmada rakipleri taciz eden Michael Jordan’ı iyi biliyordu: Utah hücumlarını artık avcunun içi gibi bilen Michael, Malone’un üzerine oynayacaktı.



Top Malone’a gelir gelmez, Jordan hemen orada bitti. Topun gideceği yeri ve Malone’un kontrol edeceği noktayı önceden biliyor gibi topu çalmak için arkadan gizlice yaklaştı. MJ’in topun el yaktığı bu andaki soğukkanlılığı inanılmazdı: Arkadan Malone’a doğru hamle yaparken, vücuduyla doğru şekilde pozisyon almayı da unutmayıp topa mükemmel açıdan yaklaşmış, böylece hamle anında faul düdüğüne yakalanmamıştı. “Karl beni görmedi bile” dedi maçtan sonra. Maçın bitimine 18.9 saniye kalmıştı.

Jordan’ın hatırladığı kadarıyla, o an seyircilerden çıt bile çıkmadı. İşte bu, onun anıydı. Kendi deyimiyle “Phil Jackson’ın Zen Budizm olayları” işte böyle anlarda gerçeğe dönüşüyordu: Bir maçın en kritik anına odaklanıp konsantre olmak, öyle ki o an geldiğinde sanki her şeyi daha önce yaşamışçasına, yapmak istediğin şeyi eksiksiz ve istediğin şekilde yapabilmek. O an geldiğinde, kontrol elinde olmalı, ana kapılmalı, panik yapmamalı ve anın seni ele geçirmesine izin vermeliydin. Jackson böyle durumlarda farenin yuvasından çıkmasını bekleyen kedi benzetmesini kullanıyor ve sabırla bekleyen kedinin her şeyden bihaber fare nihayet ortaya çıktığında hazır olacağını söylüyordu.

Jordan maçın o anı gerçekleşirken her şeyin adeta ağır çekimde yaşandığını ve her şeyi tam da Jackson’ın istediği gibi müthiş bir netlikle takip edebildiğini söylüyor: Utah savunmasının dizilişi, takım arkadaşlarının yaptıkları...  Her anlamda her şeyin farkındaydı: “Kendimden hiç şüphe etmedim. Maç boyunca bir an bile şüphe etmedim.”

Utah inanılmaz bir kararla Jordan’a ikili sıkıştırma getirmedi. Harper’ın yerine oyuna giren Steve Kerr, Jordan’ın sağına, kenara doğru açıldı. Stockton, MJ’e sıkıştırma getirirse şutu göndermeye hazırdı. Kukoc solda tehdit oluşturuyordu. Rodman da faul çizgisinin tepesinden potaya sağlam bir cut yapınca Byron Russell, Jordan’la baş başa kaldı. MJ sürenin 15 saniyeden sekize kadar inmesine izin verdi. Russell’ın tam bu sırada topa doğru çabuk bir hamle yapmasıyla, Jordan potaya doğru gitmeye başlarcasına sağına doğru hareket etti. Russell yemi yuttu ve bir anda Jordan şutu kaldırdı. Rakibinin arkadan hafifçe itişiyle çoktan sola doğru uçmaya başlayan Russell, çok geç kalmıştı. Jordan maçtan sonra yaptığı açıklamada, aslında şuta çıkarken savunmacısıyla arasında fazladan bir boşluk yaratmak için geriye doğru çekilmeyi tercih ettiğini ama önceki şutları kısa kaldığı için bu seferliğine alışkanlığından vazgeçtiğini söyledi. Gerek de yoktu zaten. Rakibinin fake’iyle yere yapışan Russell pozisyonunu kaybetmiş, çaresizce geri dönmeye çalışıyordu.

Kansas koçu Roy Williams, Michael’ın yeteneğini o henüz Wilmington, North Carolina’daki Laney High School’dayken duymuştu. Lise oyuncuları için düzenlediği basketbol kampı sırasında, soyunma odasında oturmuş o anları seyrediyordu. Maçı izlerken, Jordan topu çaldıktan sonra Utah hemen ikili sıkıştırma getirmezse her şeyin biteceğini söylemişti. Başka birini son şutu atmaya zorlamalıydılar,  Jordan’ın maçı kazandıracak şutu atmasına izin verilemezdi. Ama kimse ikili sıkıştırmaya gelmedi. Williams son şut hakkında hatırladıkları, Jordan’ın şutu atarken vücudunun aldığı o muhteşem şekilden ve topu çıkardıktan sonraki bilek düşürme hareketini olabildiğince uzun tutmasından ibaret. Koçlar oyuncularına her zaman böyle yapmalarını söyler. Williams, yerçekimine karşı koyarak havada asılı kaldığı o kısacık anda, Jordan’ın topu potadan içeri girmeye zorladığını düşünüyordu.



ESPN dergisinde o anın, Jordan’ın son şutunun Fernando Medina tarafından çekilmiş bir fotoğrafı bulunuyor. Renkli ve iki tam sayfa boyutunda. Tam o an, Russell pozisyonunu tekrar eski konumuna dönmeye çalışırken; Jordan yükselişinin en tepesinde, top çizeceği yayın en yüksek noktasında ve tam düşmeye başlamak üzereyken görülüyor. Maç saatinde tam olarak 6.6 saniye kalmış. Asıl dikkat çekici olay şey ise fotoğrafın birçok Utah taraftarını yakaladığı an. Top daha potaya ulaşmamış olsa da maç onlar için bitmiş bile. Çaresizlikleri (yani mağlubiyetin kesinliği) yüzlerinden okunuyor. Pek çoğunun elleri Jordan’ı durdurup topun potaya gitmesini engellemek istercesine açılmış. Bazıları çoktan yüzünü elleriyle kapatıp mağlubiyetin yasını tutmaya başlamış. Ancak aralarında bir tane istisna var: Sağ tarafta duran küçük bir oğlan, üzerinde Chicago Bulls forması, kollarını çoktan havaya kaldırmış, zaferi kutluyor.


Top deliksiz bir atışla potadan geçti. Utah’ın bir şansı daha vardı ama Stockton son şutu kaçırınca Bulls 87-86 kazandı. Jordan bir kez daha takımını taşımıştı. 45 sayı üretmiş, takımının son 8 sayısının altına da imzasını atmıştı. Chicago kenar yönetiminin bu serinin son çeyreklerinde olacaklarla ve hangi oyuncunun maç kazandıran anlarda kendisine fırsat yaratabileceğiyle ilgili kehanetleri doğru çıkmıştı. İkisi Salt Lake City’de oynanan üç zorlu maçta; Jordan, Malone’dan çok daha büyük oynamış, Majesteleri son çeyreklerde 13 sayı ortalamayla oynarken, Postacı 3 sayıda kalmıştı. Rakip koç Jerry Sloan maçtan sonra şöyle diyordu: “Jordan, bu oyunu oynamış en büyük oyuncu olarak hatırlanmalı.”


Yazı: David Halberstam

1 Eylül 2015 Salı

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler